Televizyonda yeni yayın dönemiyle birlikte dizi sezonu da başladı. Yenisi eskisiyle bir yığın dizi kendini tanıtmak, ilgi çekmek için çaba gösteriyor. Kim ölür kim kalır bilinmez ama yine her zamanki gibi bir tek akşama sıkıştırılmış dört beş dizi içinden bir tanesinin, belki birkaçının birden müptelası olacağımız kesin.
Türk halkı televizyon dizilerini seviyor. Televizyonun sunduğu program seçenekleri arasında yerli dizilerin ayrıcalıklı bir yeri olduğu zaten reyting ölçüm rakamlarıyla da kendini ortaya koyuyor.
Popüler kültürün ürün seçeneklerinden bazılarına gösterilen yoğun ilgi, toplumsal bir durumu açığa çıkaran simgesel bir değer taşır, bize yaşadığımız günle ilgili bir şeyler söyler. Yerli dizilere düşkünlüğümüz de bize bir şeyler söylüyor.
Galiba bunu kaybeden olma korkusu diyebileceğimiz bir duyguyla açıklayabiliriz; televizyon dizilerine düşkünlüğümüz bize kaybeden olma korkusu yaşadığımızı söylüyor olabilir!
Sözde-üstünlük duygusu
Sarsıntılı ve yıkıcı bir değişimin içindeyiz. Belki hayat her zaman sarsıntılı ve yıkıcıydı. Muhtemelen öyleydi, çünkü hayat bitmeyen bir değişim demek zaten. Her neyse… En azından bizim dönemimiz son derece sarsıntılı ve yıkıcı diyelim.
Bu sarsıntılar ve yıkımlar, pek çok şeyin yanında beğenilerimizi, inandıklarımızı, güven duyduklarımızı, alışkanlıklarımızı, zevklerimizi, değerlerimizi, ilkelerimizi de alıp götürebilir, böyle bir tehlike var. Ya da halihazırda alıp götürmekte olduğunu seziyor da olabiliriz, böyle bir realite var. Endişeliyiz.
Dizilerde dram, komedi, aksiyon, trajedi unsuru olarak ele alınan konular, yüceltilen tutumlar ve değerler bize, hayat değişiyor ve değişecek olsa da, bağlılık duyduğumuz bir şeylerin her zaman bizimle birlikte olacağı tesellisini veriyor. Aşk hiçbir zaman kural tanımayacaktır! İyilik her zaman kazanacaktır! Cesaret hep ödüllendirilecek, adalet en nihayetinde yerini bulacaktır! Bağlılık duyduğumuz bu tip şeylerin rutin biçimde ezilip hırpalandığı her günün akşamında bunların haklı şeyler olduğunu izlemek, bu hayatta kaybeden olma korkusu yaşayan bizlere bir sözde-üstünlük duygusu yaşatıyor; böylelikle sarsıntılı günlerin yıkıcı etkisini biraz olsun hafifletiyor; bağlılık duyduğumuz şeylerin yok olması endişesini azaltıyor.
Dizi film dediğimiz şey, hiç kimseyi ve hiçbir zevki dışarıda bırakmak istemeyen kitlesel endüstrinin parçası olduğu için, bu hizmeti her kesime sunar. Alfabeyi bitiren Y, Z kuşağından sonra Alfa ve yakın gelecekte Beta'nın yeni yetmeleri, iyi eğitim görmüş beyaz yakalılar, dindar kesim, milliyetçiler, Cumhuriyet'in güngörmüş kentli orta sınıfı vs. bunların hepsi farklı dizilerde aynı sözde-üstünlük duygusunu yaşıyor olabilirler.
Dram bilmeden melodrama
Bizim gibi sarsıntılı süreçler geçiren toplumlar, akılcı, sabırlı ve zihinsel düzeyde yetkince düşünebilmenin siyasi, ekonomik, kültürel bütün araçlarından yoksun bırakıldıkları için, daha ziyade gerçeklik üzerine düşündürücü değil de avutucu ürünlere rağbet gösterip severler. Biz de, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle, "kendi kültür tarihinde dram geleneğini oluşturamamış bir toplum" iken melodrama geçmiş bir millet olduğumuzdan, müptelası olduğumuz diziler de, ziyadesiyle, bağlılık duyduğumuz şeyleri rutin olarak ezip hırpalayan gerçekliği ifşa etme isteğinin değil de, kaybeden olma korkusundan doğmuş bir sözde-üstünlük duygusunun belirleyici olduğu melodramlar olabilmektedir.
Endişelerimizle elbet ilgililerdir ama "-mış gibi yapan" bir ilgidir bu. Seyirciyi yormama ilkesine göre hareket eden, dolayısıyla senaryoda ve kurguda zihinsel katkıyı gerektirecek her şeyden özenle kaçınılan (belki pazardaki başarı planlamasını seyircisine kendisini zeki hissettirmek üzerine kurmuş birkaç yapım bunun dışında kalabilir), birbirine üstünkörü eklenmiş durumların olağan akışıyla ilerleyen sentetik yapıları içinde diziler, bizi sadece endişelerimizle karşı karşıya getirirler, endişe uyandıran şeyin kendisiyle değil.
Bunları söyleyip televizyon dizileriyle aranıza eleştirel bir mesafe koymak, genellikle, kitlelerin düşük beğenisi karşısında elitlerin yüksek zevkini yüceltmekle suçlanır ve aynı mantıkla bunun tam tersi de zevksizlik olarak damgalanır. Oysa televizyon dizilerinin kültürel beğeni ile böyle bir zorunlu ilişkisi yok.
Televizyon dizilerinde mesele, düşük beğeni karşısında yüksek zevki öne çıkarma meselesi (ya da bunun tam tersi) değil, dizilerin insanı dünyaya karşı edilginleştiren bir kültüre mi, yoksa etkin bir özneye dönüştüren bir kültüre mi ait olduğu meselesidir. Çünkü insanı edilginleştiren otoriter siyasal rejimlerin toplumların beklenmedik bir anında sürpriz biçimde ortaya çıkan bir şey olmadığı, popüler kültürün toplumları buna hazırladığı, ilkin Hitler faşizminde ve sonrasında başka faşizmlerde birkaç kez daha tespit edilmiş olduğundan, bu mesele kritik bir meseledir. Toplumun alkış tutan kitlelerden ibaret bir gösteri toplumu mu, yoksa akıl üreten bir kamu mu olacağının karara bağlanmasında popüler kültür ürünleri de kendi ağırlığınca rol oynar.
Bu çerçeveden bakıldığında, televizyon dizileri, evet, insanı dünyaya karşı edilginleştiren kültüre dâhildir. Bu kültürden hariç olabilmeleri için, dizi film içeriklerinin gerçek dünyanın dürüst imgeleri olabilmeleri gerekirdi. Hâlbuki ihtiyaca göre rahatlatıcı, sürükleyici, şoke edici, merak uyandırıcı olması istenen bir serbest zaman meşgalesi, gerçeğe sadakat ilkesi yerine öncelikle tüketime elverişlilik ölçütüyle hareket eder. İşin içine yapımcıların, reklam verenlerin, kanal yöneticilerinin karıştığı, hikâye ve karakterlerinin üretiminde kalabalık bir rant kolektifinin iş başında bulunduğu bir mamûl maddedir o, maldır.
Buruşuk saatler
Galiba Tolstoy'du… Bir romanında asilzadenin birini, onun rahatsız edici ölçüdeki şıklığını "Uyurken bile buruşmayan bir adam!" diye tarif ediyordu. Zevk sahibi hiçbir kimse günün yirmi dört saatini böyle buruşmayan bir -adam demeyelim de- insan olarak geçirmiyor. Herkesin can sıkıntısını gidermek, kafasını boşaltmak için televizyona ya da başka eğlence ve oyalanmalara ayırdığı maksatsız saatleri, buruşuk anları oluyor, bazı televizyon dizilerini takip ediyor mesela. Bu açıdan istesek de seçkinci olamayız.
Popüler kültür denen şey, içinde yer aldığımız hayat dolayısıyla illa ki tüketme veya en azından bir tarafıyla muhatap olmak zorunda kaldığımız bir kültürdür. Televizyon dizisi izlemenin kültürel beğeni ile doğrudan ve zorunlu bir ilişki içinde olması, her şey bir tarafa, sırf bu yüzden beklenemez.
Şüphesiz, izleyici denilen o büyük özne, sıradan bir eğlenti olarak dizilerini izlerken bu tür şeyler düşünmez. Bunlardan herhangi birini ne gerekçe olarak dile getirir, ne de hatta böyle bir gerekçeden haberdardır. Kendi sıradan eğlentisine illa ki derin bir anlam yüklemek, hafif görünmekten kaçınan entelektüellere özgüdür.
Seyirci için diziler hayatın can sıkıntısını gidermenin yollarından biridir sadece. Ne var ki, alabildiğine masum ve insani görünmekle birlikte, can sıkıntısını giderme ihtiyacı, modern yaşamın en tehlikeli inançlarındandır. Bu inançla kinik ve konformist her şey kolayca temize çekilebilir.