10 Aralık 2023
Burada yayımlanan "Cumhuriyet rejiminin ideolojisinin edebiyatı" (24 Ekim 2021) yazımın açılış paragrafını, "Cumhuriyet adına, 29 Ekim 2021 günü ve sonrasındakilerinde en az konuşulacak olanın, 'rejimin edebiyatı' olacağını söylemek bile fazladır." cümlemle kapatmıştım. "Cumhuriyet'in edebiyatına her nereden bakılsa resmî ideolojinin gölgesinin bu edebiyatın üzerine düştüğü görülür, gölgeden kaçanlar da güneşi uzun süre görememiştir. Bireyin anlatılması ya da estetik kaygı yerine Atatürk miti ve bir de inkılapların toplumsal yaşamda yerleşmesi odağındaki 'toplumsal yarar' vurgulu bir edebiyattır istenen." eksenindeki yazımın öngörü cümlesinde pek de yanılmadığımı 29 Ekim 2023 günlerinde gördüm çünkü rejimin edebiyatını hiç konuşamadık. Peki, biz neyi konuştuk o zaman?
Yüzüncü yılındaki Cumhuriyet, ekranlarda ve meydanlarda kutlandı, basında söz konusu edildi. Yapılanların her birinin değdiği bir nokta vardır elbette. İlgili kutlama ve yazıların her birinden haberdar olmak mümkün değil, belki gerekli de değil. Giderek sektörel bir boyut kazanmaya başlayan Cumhuriyet kutlama törenlerinin, tarihsel bir kazanımın yüz yıllık birikimini ortak duyguyla toplumca paylaşmaktan çok, bir tür savunma ve "görev" ifası biçimi kazandığını söylemek yanılgı sayılmamalı. Kenara çekilip bakıldığında hayli kritik bir noktaya işaret eden bu durum, yüz yıl sonra "Türkiye Cumhuriyeti" ile onun içindeki "Cumhuriyet Türkiyesi" denkleminde bire bir eşleşememeyle ilgilidir, göz ardı etmeyelim.
Ekranlardaki, Cumhuriyet ve 10 Kasım programlarından birkaçına bakabildim, kanal kanal dolaş(tırıl)an bazı joker akademisyenleri dinledim. Siz de dikkat etmişsinizdir ki ortak söz, "Atatürk'ün büyüklüğü ve Cumhuriyet rejiminin faziletleri" tekrarlanıp durdu. Sorun burada değil gerçekte, Mehmet Emin Erişirgil'in 1926'daki deyişiyle 'ne hacet, inkılabın büyük mübdi'ine, Gazi'nin şahsiyetine bakmak, inkılabımızın mahiyetini takdir için kâfidir." 2023 yılında bu tekrarı tekrarlamak yeterliyse toplumsal yaşamda bir sorun yok demektir o halde tören göndermeleri kime ve neye karşıdır ki… Neyse ki inşaat sektörünün "harç bitti yapı paydos" mantığıyla ekranlar da kutlama perdesini kapattı, hayat devam ediyor.
Bazıları, bu ülkenin yönetim biçimi Cumhuriyet ile sanat metinleri (şiir, roman vb.) arasında yapısal benzerlik görerek ne anlatılmak istendiğine tanıklar karar versin istiyor. Bu, bütüne bakılamazlığın gerekçesi sisteme dair bir eksiklikle yüzleşme kaygısı mıdır, kim bilir. Oysa yıl 2023, köy görünmüş ve kılavuz da istemiyor. Pek çoğumuz, devekuşlarının tehlike sezdiklerinde kaçmak yerine kafalarını kuma gömüp tehlikenin geçmesini beklediklerini sanıyor oysa yumurtalarını derine gömen devekuşları, günde birkaç defa kafalarını o çukura sokarak yumurtalarını gagalarıyla başka bir yana döndürmeleri gerekiyormuş.
Cumhuriyet dönemi yazarı Ethem İzzet Benice'nin, "onuncu yıl" kutlamalarında yayımlanan On Yılın Romanı (Maarif Vekâleti, 1933) kitabında ilginç bir tanımlama var: "Milliyetperver, lâyık, devletçi, cumhuriyet prensiplerine uymayan geri, liberal, Kemalist tutum dışında ve uzağında kalan demokrasi şekilleri ancak bizim için irtica sayılabilir. Komünizm bize ne kadar aykırı ise tabanca tabancaya, boğaz boğaza, fırka kavgaları içinde bunalan; parlamentarizm, vicdan, matbuat, münakaşa, rey hürriyeti maskeleri altında saklanan partizan Cumhuriyetçilikler de o kadar düşman ve geridir." Bugün bile savunma duvarlarını yükselterek bu tür "bütüncül' bakışları olanlar var tabii ki, olsun. Aksine, yüzüncü yılındaki Cumhuriyet, ekranlarda değişik yönleriyle (siyaseti, ekonomisi, yönetici kadroları, kültür politikaları, kurumları vb.) konuşulsaydı, ne var ki... Öncelikle "edebiyat" konuşulsun elbette.
Cumhuriyet'in yüzüncü yılında, 1930'daki "Serbest Cumhuriyet Fırkası" deneyimi, Yol Ayırımı (Kemal Tahir) ve Yağmur Beklerken (Tarık Buğra) romanlarıyla Serbest Fırka Hatıraları (Ahmet Ağaoğlu) izinde konuşulmalıydı, kuruluşunun ve kapanışının yüzyılına kalmadan. Üç aylık ömründeki ilk ve tek seçimde otuzu aşkın belediyeyi kazanmış kendine muhalif fırkayı kapattıran Başbakan ve yirmi yıl sonra da Cumhuriyet'in partisini iktidardan eden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, rejimin ikinci evresi 1940'lı yıllar için de konuşulmalıydı.
Nuri Demirağ, adı Cumhuriyet ile anılması gereken bir kişidir. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın ilk müteahhitlerinden olan Demirağ, zamanındaki demiryolu ağının önemli kısmının yapımını gerçekleştirmiş, bu nedenle de Atatürk kendisine "Demirağ" soyadını vermiştir. Farklı alanlardaki çalışmaları yanında onun "uçak fabrikası" ve "pilot eğitimi" çabası dillere destandır. Projelerinde CHP iktidarının sahipsiz bıraktığı Demirağ, 1945'te Milli Kalkınma Partisi'ni kurmuş, 1954'te ise DP'den milletvekili seçilmiştir. Adı, 2010 yılında Sivas Havaalanı'na verilen Nuri Demirağ konuşulmaya değmez miydi?
Adı "Yapı Kredi" ile anılan Kazım Taşkent, Cumhuriyet rejiminin "şeker fabrikaları" kusucusu ve yöneticisidir. Yapı Kredi Bankası'nın da kurucusu kültür insanı Taşkent, 1950'de DP'den Manisa milletvekili seçilmiştir. Kazım Taşkent, mühendisliği yanında Yaşadığım Günler (2023) kitabının; "doğu-batı" karşılaştırması içeren dördüncü bölümü, Atatürk yazıları ve dönemini aydınlatan "Belgeler" bölümüyle konuşulması gerekirdi.
Suyu Arayan Adam okunmaksızın Cumhuriyet Türkiye'sinin bilinemeyeceği yaygın bir kanıdır. Buna, Atatürk için yazılan kılavuz Tek Adam kitabını ekleyiniz. Rejimin düşünce atmosferindeki "Kadro" dergisi çalışmaları da anımsanınca Şevket Süreyya Aydemir unutulmuşluğa terk edilebilir mi dersiniz? Anı-roman Toprak Uyanırsa kitabında rejimin "İkinci Adam" döneminde nasıl da sekteye uğratıldığını köy kalkınmasıyla anlatan ve sırasıyla; Turancı, Komünist ve Kemalist yazar Cumhuriyetçi Şevket Süreyya, iktidar olur olmaz kendisini emekliye ayıran Adnan Menderes ile yakınlaşmış, 27 Mayıs 1960 biraz daha gecikseydi belki de DP iktidarının gazetesinde başyazar olacaktı. 1960'lı yıllarda evi "solcu" gençlere türbe olmuş Cumhuriyetçi Şevket Süreyya, rejim için önemlilerden birdir, bilelim.
Afet İnan, dillere persenk olmuş "Atatürk'ün manevi kızı" sözüyle geçilecek kadın değildir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde "Türk Devrim Tarihi" kürsüsünü kurmuş Afet İnan, ne çok ilgilinin başucu kaynağı Mustafa Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım kitabının ötesindeki bir kişi, rejimin kurucusuyla "resmi tarih tezi" kurucusudur da. Yüzüncü yıl konuşmalarında adı anılması gerekmez mi böyle bir kadının?
Oğul şair Can Yücel, "Hayatta ben en çok babamı sevdim" derken Cumhuriyet rejimiyle adeta bütünleşmiş baba Hasan Ali Yücel'i anmıştır. 1935'te başladığı milletvekilliği görevini dört dönem sürdürmüş Yücel, rejimin kültür hafızasıdır dense yeridir. Bakanlık görevi bir yana onun "çeviri' etkinliği göz ardı edilemez. Üniversiteler Yasası, Devlet Konservatuvarı, Köy Enstitüleri, Türkiye'nin UNESCO'ya girişi onun zamanındadır. Bütün bu etkinlikleriyle Bakanlık görevinden ayrılıp gazeteciliğe dönüşüyle rejimin yüzüncü yılında Hasan Ali Yücel konuşulmalı, tartışılmalıdır.
Andığım birkaç ismi, herhangi bir tercihle sıralamadım, amacım bir liste yapmak da değil. Yüzüncü yılını kutladığımız Cumhuriyet; politik aktörleri, ressamları, mimarları, sinemacıları, heykeltıraşları, gazetecileri ve başka önemlileriyle anılmalıdır çünkü onlarla varlık kazandı Cumhuriyet yoksa bizim için gökten zembille Cumhuriyet rejimi in(diril)medi.
Sadede geleyim, yüzüncü yılda "edebiyat" konuşulsun isteyecektim. Yüz yıllık Cumhuriyet rejimimizin edebiyatına başlangıç ve bitiş için tarih belirlemenin güçlüğünü söylemek bile fazla. Rejimin edebiyatına damgasını vurmuş edebiyatçıların, adlarını Cumhuriyet öncesinde duyurduklarını ve Atatürk sonrasındaki siyasal atmosfere bağlı olarak edebiyat ortamının da bir hayli değişmiş olması, belirttiğim güçlüğün nedenidir. Benim, konuşulsun dediğim edebiyat, bir adıyla da "inkılap edebiyatı" olan, kuruluş ile başlayan on beş yıllık dönemin edebiyatıdır. Sonraki dönemlerin edebiyatı da konuşulursa ne güzel…
Ekranların bilindik yüzleriyle bu edebiyat konuşulamaz gibi geliyor bana çünkü onların pek çoğu yuvarlak/beylik sözleri seviyor. Andığım dönemle ilgilenmişlerin bilgilerinden yararlanmamız için ekran yüzlerini değil söyleyecek eleştirel sözü olanları seçelim isterim. Hasan Bülent Kahraman, konuşma masasında Türkiye'de Yazınsal Bilincin Oluşumu kitabıyla yerini alsın isterim. Nilüfer Öndin, çok şeyler öğrendiğim Cumhuriyet'in Kültür Politikası ve Sanat 1923-1950 kitabıyla konuşmacılardan biri olmalıdır. Tek Parti Döneminde İktidar ve Sanat kitabıyla Yalçın Lüleci de masada olsun elbette. Esra Dicle Başbuğ da Resmî İdeoloji Sahnede kitabıyla konuşma sahnesinde yerini alsın isterim. Erol Köroğlu, bizleri Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı 1914-1918 kitabıyla aydınlatmalıdır. Tuncay Birkan, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960 kitabı ile yerini almalıdır konuşmacılar arasında. Edebiyatın Ulusu ve Ulusun Edebiyatı yazarı Kadir Dede'nin söyleyecek hayli sözü olduğunu düşünüyorum. Bugünlerde yayımlanan İnkılap Edebiyatı (2023) Şerif Eskin de söyleyecek çok sözü olan bir isimdir bence. Andığım dönemle ilgili kitaplarıyla değilse de aydınlatıcı yazılarıyla Ömer Türkeş ile Selçuk Çıkla da konuşanlara katılmalıdır. Benim bu "gölge" konuşmacılar kadromu kim konuştursun derseniz Nurdan Gürbilek, öncelikli önerimdir, sonraki dört saygın ismi yaş kıdemiyle sıralayayım. Her birinin birikimlerini ayrı ayrı önemsediğim ve konuşmacıları konuştursun istediğim dört isim: Murat Belge, Taha Akyol, Kurtuluş Kayalı ve Tanıl Bora'dır.
Tutalım ki kadroyu oluşturduk, hangi medya patronu ekonomik zararı göze alarak kanalını böyle bir programa açar, cevabı müşkül soru gibi geliyor bana. Şakayla karışık, içimden şöyle geçmiyor da değil: RTÜK, bütün kanallara bu konuşmayı yayınlamaları için bir geceliğine yayın yasağı getirse! Hani Yunus Emre diyor ya: "Yerden göğe küp dizseler/ Birbirine bend etseler/ Altından birin çekseler/ Seyreyle sen gümbürtüyü". Tıpkı öyle bir ses getirir, Türkiye'deki televizyonculuğun tarihine geçer bu konuşma… Peki, ne konuşulsun?
Adile Ayda'nın, babası Sadri Maksudi Ardal'dan aktardığı şu anıyla açılabilir "rejimin edebiyatı" konuşması:
"Serbest Fırka hikâyesinden beş altı ay evvel, yâni 1930 yılının başında, Atatürk sofrada Türk Ocakları'nın çalışmalarına ilgi gösterir, daha doğrusu ilgi göstermekle söze başlar ve sonra biraz sert bir sesle: 'Ne yapar bu İlim ve Kültür Heyeti?' diye sorar. Etraftakiler bir azar tonu ile sorulmuş bu soru karsısında şaşırırlar. Atatürk de şöyle devam eder: 'Haydi diyelim ki, İlim mensupları târihimizi araştırıyorlar. Ya Harsı temsil edenler? Onlar ne yapar?' Gazi bu soruyu bilhassa Mehmet Emin Bey'e bakarak sorar ve ısrarla: 'Evet, edîplerimiz, şâirlerimiz, ne yapıyorlar? 'Ben bir Türküm, dînim, cinsim uludur', anladık. Fakat o zamandan beri koskoca bir İstiklâl Harbi, bir Millî Mücadele geçirilmiş. Hani bunu mevzu yapan millî şairlerimizin millî şiirleri?' Mehmet Emin Bey, bu sözler karşısında bayılacak gibi olur, dili tutulur ve cevap veremez."
Mümtaz Turhan'ın, "Fikir Hayatında Vahdet" (1936) başlığıyla yayımlanan bir tartışmadaki şu cümlesi, konuşmanın toplumsal zeminine ışık tutabilir:
"Evet, fikir hayatımız aşiret halindedir, aşiret bile değil, çünkü o bile kendine göre bir tecanüs ister."
Tartışmaya, Fuat Köprülü'nün "İnkılap ve Edebiyat" (1926) yazısının şu eleştirişiyle devam edilebilir:
"Fikir ve sanat hayatımızda, şu beş on senelik edebiyatımız kadar berbat, sahte, millî ruha ve millî hayata yabancı bir edebiyat devresi nadir bulunur. Tiyatromuz nasıl Fransızların 'fuhuş ve zina' piyeslerini adapte etmekle meşgul idiyse matbuatımız da mütemadi bir faaliyetle, aynı cins roman ve hikâyeleri ailelerimizin harimine kadar soktu; "güya milli' hikâyecilerimiz bu pis edebiyatın bayağı taklitleriyle ortalığı doldurdular."
Konuşmacılar, masalcı Eflatun Cem Güney'in şu uyarısını tartışmaya açabilir:
"Tezatsız bir içtimaî bünye yaratmak davasını taşıyan büyük inkılâbımız, şüphe yok ki, edebiyatımızı da anarşiye sürükleyen tezatlardan koruyacaktır. Tezatların tasfiyesi için disiplin, plânlı murakabe ister. Binaenaleyh, şu istihale krizi karşısında duygu işine de devlet teşkilâtının el atmasını, başıboş edebiyatın iyi bir nizam altına alınmasını düşünüyoruz. Esasen edebiyat, bazılarının uydurdukları gibi sadece bir ilham mataı değil, bir kültür meselesidir. Bilhassa iktisat gibi ve ondan doğan bir cemiyet hâdisesi, bir inkılâp unsurudur. O halde bunu cemiyetin yürüyüşüne göre ayar etmek, buna inkılâbın ideolojisine uygun veçheler vermek lâzımdır. Çünkü inkılâp işleri, inkılâpçı hamlelerle derinleşip genişler."
Zamanın önemli isimlerinden Kazım Nami Duru'nun "parti edebiyatı manifestosu" benzeri sözleri de konuşulmaya değerdir:
"İnkılâbımız bir yanardağ olsaydı, lavları hayat veren çaylar gibi akardı. İnkılâbımız güneş olsaydı, solgun yüzlere renk verirdi. İnkılâbımız yangın olsaydı, yurdun üzerindeki kalan kirleri yakar, eritirdi... Hey kardeşler! İnkılâbımız yanardağdır, güneştir, yangındır, zelzeledir, ırmaktır; yakan, yıkan, fakat yaratan, fakat kuran bir kudrettir. Bunun şairini [Behçet Kemal] ben henüz tek görüyorum. Artık efendim, binlerce yıldan beri söylenen aşk hikâyelerinden, ferdî ihtiraslardan cansız neşelerden usandık. Biz yürüyen, atlayan, koşan, ülküsüne varmak için, kilometreleri santimetre yapan, dağları yıkan, ırmakların akıntısını çeviren, yurdu eşsiz bir saadet ülkesi, milleti eşsiz bir medeniyet işçisi yapan ülkülü bir inkılâbın adamlarıyız. Bizi yerimizde güldüren veya inleten, damarlarımızdaki kanı şehvet sıcaklıklariyle çıldırtan şiirler istemiyoruz. Biz, bizi bize öğreten, bizi ülkümüze doğru saldırtan şiirler istiyoruz; inkılâp şiirleri istiyoruz. Artık yeter, sonu: "Dam üstünde kediler/ Mirnav mirnav dediler" saçmaları. Al yanaklar, kiraz dudaklar, ince beller, fidan boylar... Yeni sözlerle hep aynı deyişler istemiyoruz. Hâlâ böyle şiirler uğrunda kalem oynatanlardır ki, bize "şiirimiz yok, şairimiz yok" dedirtiyor. Türk'ü, Türk'ün inkılâbını duyan şairler nerede? Onları bekliyoruz."
Ziya Gökalp'in "Roman" başlıklı yazısından alınan şu bölüm de tartışmaya açılır herhalde:
"Roman, öyle bir ressamdır ki fırçası tavustandır; Öyle bir şairdir ki kalemi altundandır; Öyle bir mugannidir ki sazı plantindendir… Gençlere aşılamak istenilen bütün duygular, iradeler, düşünüşler, roman vasıtasıyle onlara kolayca telkin olunabilir… 'Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir' demişler. Bence, roman müşahhas bir sosyolojidir. Sosyolojinin en derin meselelerini romanlar halletmektedir. Bu zamanda, sosyolog olmayan bir yazıcı iyi bir romancı olamaz... Roman, ayağımıza gelen bir tiyatrodur. Odamızda onu seyrederiz. Roman bizim için hayatlı bir müzedir. Orada, orijinal şahsiyetlerin canlı heykellerini görürüz. Roman, bizim için, asırlık vakaları bir saatlik temaşaya sığdırabilen bir simgedir. Hulâsa roman bizim için her şeydir. Onun çoğalmasını isteriz."
Bugünlerin "çok satmak" sorununa, Ahmed Cevdet'in 1927'deki değinişi de önemsenmeli derim:
"Kemal-i samimiyet-i vicdaniye ile söyleyeyim ki, son senelerde neşrolunan kitaplarımızın ekseriyetini havaiyyat teşkil ediyor. Kitap veya eser satmak için havai şeyler yazmak lazım geleceği zehabından kurtulmalıyız. (…) Ciddi eserlerin bittabi karii, diğerlerininki kadar çok olmaz. Zaten onun içindir ki hafifçe şeyler meydan alıyor."
Cumhuriyet'in edebiyatı konuşulurken ne çok kişi ve kitap söze gelir ki saymaya güç ister. Zamanın yazarlarını, sanatçılıklarını karşılaştırmaksızın söylemem gerekirse yalnızca Yakup Kadri üzerinden "Cumhuriyet' okunabilir. Dönemi özetleyen pek çok roman yazılmış: Vurun Kahpeye (Halide Edip), Yeşil Gece (Reşat Nuri), Roman (Falih Rıfkı), Ankara (Yakup Kadri), Çıplaklar (Refik Ahmet Sevengil) vb. Yalnızca belirli romanlar üzerinden başlatılacak bir tartışma bile hayli uzayıp gider. 1934'te yayımlanan ve yazarının, 1964'teki üçüncü baskısına iç burkucu "bir not" eklediği Ankara, andığım dönemi temsilen konuşulmalıydı. Handiyse rejimin yaşıtı "Varlık" dergisi ile onun, "Cemiyet için hayırlı işleri, mesela şimendiferleri, mektepleri nasıl hükumet vücude getiriyorsa, bahusus ki halkçı devlet ve devletçi bir hükümetin, cemiyet için lüzumuna kani olduğu edebiyatı niçin kendisi işletmesin…" diyen kurucusu Yaşar Nabi'yi de edebiyat konuşmasında unutmak olmaz.
Bizim televizyon ekranlarında "edebiyat" konuşmak… Üstelik de andığım dönem ve önerdiğim "gölge kadro" ile… Hayali bile güzel. Aziz hemşehrilerim kayıkla denize açılmışken "bir küp altın bulduk diyelim, nasıl paylaşacağız" diyerek tartışmaya başlamışlar, tartışma kızışınca kavga başlamış, birbirlerini yaralamışlar. Başka bir motorla yanlarından geçenler, kayıkta kan revan içindeki grubu görünce aralarından biri, "bu ne hâl, ne oldu size" diye sormuş. Yaralılardan biri güçlükle başını kaldırıp "bir küp altın bulduk da paylaşırken bu duruma geldik" demiş. Motordaki ilgili kişi, "Peki, siz böyle oldunuz da altın dolu küp nerde" diye sorunca kayıktaki yaralı cevap vermiş: "Altın falan yok ya, mesela dedük yani" demiş.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |
Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur
Halit Ziya'nın, Aşk-ı Memnu romancısı olmaktan çok daha başka bir şey oluşu gibi Servet-i Fünun da yalnızca bir "dergi" ya da "edebi topluluk" değildir
Oya Baydar, André Green'in "hayat malzemesinin edebi malzemenin hizmetine sunulmasının" yaşayan bir örneği olarak "aşkın bir işlev" ilkesiyle yazmıştır. Rilke, "Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize" sorusunu genç şaire değil de henüz "ormanı yanmış ayılar" grubuna dâhil olmamış Oya Baydar'a sormuş olsaydı ondan alacağı karşılık tartışmasız, "Evet, yazamasam ölürüm ya da eskisi gibi yaşayamam" olurdu. Bu durumda sorun, yakılan orman ve ortalık yerde kalan ayılar/mı/dır?
© Tüm hakları saklıdır.