04 Şubat 2024

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Elvan Kaya Aksarı, kurmaca edebiyatımızın yeni yüzlerinden biri. At Sancısı romanıyla 2019 Everest İlk Roman Ödülü ile Attila İlhan İlk Roman Vakıf Özel Ödülü almış Elvan Kaya Aksarı, ikinci romanı Saatçi İbrahim Efendi Tarihi (2022) ile okurlarının karşısına çıktı.

Saatçi İbrahim Efendi Tarihi "Seyahate hazır mısın?" sorusuyla açılıyor ve görsel dipnotlarla zenginleşiyor. Romanın kahramanı, Sait Faik öyküleriyle Orhan Veli şiirlerini anımsatır biçimde, bir küçük insan. Dünyanın yoksulu belki buna karşılık kendi dünyasını zenginleştiren, hayatı anlamlandıran modern bir derviş saatçi İbrahim. Devletin gözündeyse zerre değil de dünyanın bütünü olan bir güç oluveriyor nedense.

Elvan Kaya Aksarı, karakteri İbrahim Efendi’nin çevresindekilerle sıradan ilişkilerini anlatırken günlük yaşamdaki tedirginliklerimizi yansıtırken bir yandan da bürokratik yapıyı sorguluyor. Kurmaca metinler için "sözcük tasarrufu" söz konusu olduğunda akla gelecek ilk metinlerden olan Saatçi İbrahim Efendi Tarihi romanı için yazarı Elvan Kaya Aksarı ile görüştük.

- 2019 Everest Yayınları İlk Roman Ödülü ve Attilâ İlhan İlk Roman Vakıf Özel Ödülü'ne değer görülen "At Sancısı" yazarıyken şimdi de "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" yazarısınız. Kendinizi, "roman yazmak" ile "romancı" olmak ayrımında nerede görüyorsunuz, edebiyat ortamında var mıdır böyle bir ayırım?

Esasen iştahımı kabartan şey: Kurmaca. Kurmacanın kıyılarında geziniyorum. İki romanım, bir öykü kitabım var. İlk eserim bir romandı. Politik olmadan söyleyebilirim ki, romandan aldığım lezzet çok daha başka. O okyanus gibi ve nice canlılar vardır ki, sadece okyanuslarda yaşayabilir. Ne var ki, bunlar dogmatik bilgiler değil, tamamen kişisel beğeniler. Tutunduğumuz şey, anlatmanın bünyede yarattığı cezbe. "Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif"

- "Malumdur ki artık ekspres çağındayız, kimsenin dört ciltlik 'Savaş ve Barış'ı okumaya vakti de sabrı da yok." diye mi 88 sayfalık roman yazdınız da içine bir dünyayı sığdırdınız? Böylelikle roman teorisine katkı mı sağlamış oldunuz, ne dersiniz?

Çağın ruhu, bizim ruhumuza da tesir ediyor. 19. asır Osmanlı çelebisi gibi giyinen bir adam görseniz, kıyafet balosuna gittiğini düşünürsünüz. Her şey ivme kazanıyor, süratin tanımı değişiyor ama tuhaf bir paradoks hâlinde 24 saat, modern insana yetmiyor. Yahya Kemal, "Aheste çek kürekleri" diyordu, bugün süper turbo motorlar bizde hayranlık uyandırıyor. 2 saatlik filmler bile uzun geliyor, hep daha kısa, hep daha hızlı. Bu gidişattan edebiyat da nasibini aldı. Çağımız o kalın romanların değil, novellaların çağı. Bu demek değildir ki, daima novella yazacağım yahut bunun için gayret göstereceğim. Bir yazar doğrudan böyle düşünmez ama yaşadığı devir onu manipüle eder.  

- Sizin, yazarken "harflerin diziliminden daha önemli olan şeylerin sayısı çok az olsa gerekir" deyişinizden dil işçiliğini hayli önemsediğiniz ayan beyan ortada. Seksen sekiz sayfalık roman sanki bir insanlık tarihi; sahi siz, okuyacaklara "yazı" mı yazdınız yoksa dinleyeceklere "söz" mü söylediniz, nedir dil ile dilde yaptığınız?

Biz teşhiri nedense hep menfi manalarda kullanırız ama teşhir dediğimiz şey bir sunumdur. Benim yaptığım da bundan özge değil. Binlerce senedir işlenegelen ve birçok egemen devlette konuşulan bir lisanın olanca zarafetini teşhir etme gayreti gösteriyorum. Yazar için bu bir borç değil midir? Fukara bir dilin cenneti ne kadar varsıl olabilir?

- Macerasına tanık olduğumuz İbrahim Efendi, büyük beklentileri olmayan ve hayatın tadını çıkarmaya çalışan hayli ilginç bir karakter. O, Sait Faik'in ya da Orhan Veli'nin "küçük insan" kadrosundan biri, "caminin karşısında çalışmasına ve hatta ikamet etmesine rağmen bayram namazı dâhil olmak üzere hiçbir dini çağrıya kulak vermez, namaza niyaza icabet etmez" aykırı kişiliğiyle "cami cemaatinden olmayı" düşünmediği gibi "seküler profilinden ödün vermez" birisi. Çevresindekilerin sevdiği, hatırını saydığı İbrahim Efendi, bugünkü Türkiye'nin aradığı kişi midir aynı zamanda?

Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…

- Saatçi dışında iki karakter dikkatimi çekti: Bilal ve Rafet. İnsan aklını putlaştırdığı için felsefeye karşı çıkan, insan iradesini yok sayan "dindar" Bilal, çevresinin saygı duyduğu İbrahim Efendi'yi ihbar ederek devlet katında otoriteye iman mı tazelemiş oluyor? İbrahim Efendi'nin, bir günlüğüne tutulduğu kurumda söz yerindeyse yapışıp kalan emekli edebiyat öğretmeni Rafet, "insan hayatı, alışkanlıkların tarihidir" tezini doğrulayan tanık mıdır?

Önceki soruyla ilişkilendirirsek Bilal tam olarak sofranın gediklilerinden. Sofrayı kuranlardan yahut donatanlardan değil ama ona bilet kesen zevattan. Rafet'in durumu ise İbrahim Efendi'den daha farklı. Onunki bireysel bir trajedi. Evladının vefasızlığını, dünyevi hayatını kurban vererek karşılayan bir emekli öğretmen. Alışkanlıklar bahsine gelecek olursak, itiyat dediğimiz şeyin duygulardan daha kalıcı ve istikrarlı olduğunu düşünüyorum. Elbette daha da tehlikeli. İnsan yaş aldıkça her şey körleniyor, geriye sadece alışkanlıkları kalıyor.

- Romanınızın, "tarihi de hâkim olanların yazması" sözü dikkate alınırsa çokça övülen "nesnel tarih" diye bir şey yok demek midir?

Tarihin de meşrebi değişti. İnsanlar büyüklerin tarihine doydular. Hümanizm ile Hz. İsa'nın "Küçük güzeldir." vecizesi hatırlandı. Bizde bile ulu padişahlara yazılan şiirlere Süleyman Efendi'nin nasırı girdi. Tarihi her zaman muktedirler yazdı yahut en azından denetledi ama insanın sosyalleşmesiyle birlikte alternatif mikro tarihler türemeye başladı. Saatçi İbrahim Efendi Tarihi de böyle edebî bir tarih atlası. Bugün nesnel olan ne kaldı ki? Bilim bile diyemiyoruz, onun da karşı cephesinde devasa ve alternatif bir külliyat oluştu. Kavramların nesnelliği derdest edildi. Her fırsatta "post-truth çağı"nda yaşadığımız dikte ediliyor.

- Anladığım(ız) kadarıyla felsefe "zaman" ile sosyoloji de "mülk" ile roman olmuş Saatçi İbrahim Efendi Tarihi'nde. Kendi saati bile olmayan saat tamircisi İbrahim Efendi zamanın neresindedir? Bürokratik cendereye soktuğu İbrahim Efendi'nin yokluğunu fırsat bilerek onun malikânesini yerle bir eden devlet, hangi hakla mülkün sahibi olabiliyor?

İbrahim Efendi bizim saat, dakika ve saniyelere ayırdığımız zaman bölümlerine değil de doğrudan güneşin hareketlerine bağlı olarak yaşıyor. Zamanın künhüne varmış bir zat. Caminin hemen karşısında, minarenin gölgesinde yaşadığı için vakti ezana göre taksim eden bir insan. Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi. Ta ki öznel zamanına nesnel devlet gölgesi vurana dek. Devletler hele hele de kadim imparatorluklar meşruiyetlerini Tanrı'ya bağlarlar. Bu sağlam bir metottur ve aynı zamanda bir felsefi gelenek doğurmuştur. Devletler laikleşti belki ama yüzlerce senedir bilinçlere işlenen ilahi meşruiyet kaynağından istifade etmeyi sürdürdüler. Her devletin akidesi fıkhı başka ama hepsinde müşterek bir esas var: Ülü'l-emre itaat esastır.

- İbrahim Efendi'nin, "kâğıt üzerinde dubleks, göz hizasında baraka, belediye kayıtlarında ise yok hükmünde" olan "sözüm ona malikânesi" işlevi ve akıbetiyle Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" benzeri bir yapı mıdır? Hatırlayınız ki Tanpınar'ın "enstitüsü" yabancı bir yetkilinin işlevsizlik raporuyla lağvedilmişti, İbrahim Efendi'nin "malikânesi" de saatçinin bir günlük yokluğuyla yok ediliyor. Her ikisi de anlamsız bir mekân mı birileri için?

Saatleri Ayarlama Enstitüsü gerçekten de absürt bir metindir. Hayri İrdal bile mekânın saçmalığını teslim eder. Hantallaşmış bürokrasi, yoğun kırtasiyecilik, ıvır zıvır kâğıt kürek işleri… Enstitü baştan ayağa irrasyoneldir. Belediyenin imar planlarında bir arpacık ağrısı gibi kabul edilen İbrahim Efendi'nin dükkânı aynı zamanda bir yaşam alanıdır. Hayatidir. Rasyoneldir. Zararsızdır, devlete ek bir külfet oluşturmaz. Enstitünün aksine gerçekten bir üretim ve zanaat söz konusudur. Tabii mevzuyu roman üzerinden değerlendiriyoruz değil mi? Bir de devlet tutanaklarından, raporlardan okusak acaba ne düşünürüz? Muhtemelen devlet yetkilileri nankörlüğümüzden yakınacak ve minnet bekleyecektir.

- Kutsal Devlet adına İbrahim Efendi'nin canına okuyan "Gargamel uyarlaması" müdürün kurumundaki kişilerin bürokratik davranışlarıyla cami çevresindekilerin gündelik yaşam ilişkileri, okur olarak neye/nelere bakmamızı istiyor bizden?

Dilimizde güzel bir deyim var: Lüzumsuz insan. Usturuplu yahut liyakatli bir yaşamdan mahrum insanlar için fevkalade bir deyiş. Bu insanlar sadece devlet dairelerinde yok, onlara her köşebaşında rastlamak mümkün. Gelgelelim liyakatsiz iken müdürlük gibi dünyevi birkaç paye edinenler, sözlüklere "mobbing" kelimesini dâhil etmeyi başardılar. Antetli kâğıtlarda geçen isimleri, onlarda bir güç sarhoşluğu yaratıyor. Bir tabelanın arkasına sığınıp uğul uğul konuşanlar bana Gargamel'i anımsatıyor. İsimleri bir süre sonra unutuluyor ama zihinde bıraktıkları Gargamel etkisi baki kalıyor.

- Bürokratik gücüyle yaptıkları pek hayra alamet sayılmayan, "-mış gibi yapar, sadece kendini önemser, kaprisli" devlet, bunca dokundurmanızın ardından "bir gün size de kendini takdim edecek" diye bir kaygınız oluyor mu? Her birimiz bir Saatçi İbrahim olarak "pul kadar bile değerli değil" isek onun katında o halde nedir "Leviathan" devlet karşısındaki konumumuz?

Elbette dokunmuştur. Ben de yaklaşık yedi sene bir kamu kurumunda çalıştım ve sonra ayrıldım. Şunu söylemeliyim ki, işi devletsiz bir dünya görüşüne vardıran ve çözümü anarşizmde arayan bir insan değilim. Devletin marazlarını işaret etmek istedim ve hâlihazırda 3. baskıyı gören kitabım buna muvaffak oldu. 

- Cevaplarınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, keyifli bir sohbetti. 

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978).

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı.

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır.

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

Halit Ziya, roman, dizi, yeniden "Aşk-ı Memnu" ve "edebiyatta ahlak" meselesi

Halit Ziya'nın, Aşk-ı Memnu romancısı olmaktan çok daha başka bir şey oluşu gibi Servet-i Fünun da yalnızca bir "dergi" ya da "edebi topluluk" değildir

Oya Baydar ve Türkiye coğrafyasında "ormanı yanmış ayılar" olmak

Oya Baydar, André Green'in "hayat malzemesinin edebi malzemenin hizmetine sunulmasının" yaşayan bir örneği olarak "aşkın bir işlev" ilkesiyle yazmıştır. Rilke, "Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize" sorusunu genç şaire değil de henüz "ormanı yanmış ayılar" grubuna dâhil olmamış Oya Baydar'a sormuş olsaydı ondan alacağı karşılık tartışmasız, "Evet, yazamasam ölürüm ya da eskisi gibi yaşayamam" olurdu. Bu durumda sorun, yakılan orman ve ortalık yerde kalan ayılar/mı/dır?

"
"