29 Aralık 2024

Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı: Sahnede aşk, kuliste iktidar, suflör derin devlet

Oya Baydar ‘meselesi olan’ bir yazardır. Öncekilerinin meselesi, Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı romanında sorularını daha da çoğaltarak büyük bir 'sorun’a dönüşmüştür: Devlet adına işlenen suçlar mubah görülebilir mi?

2023 yılının sonlarında İstanbul’daki bir edebiyat etkinliğinde karşılaştığım Oya Baydar, konuşmalar arasında yeni bir roman çalışmasından söz etmişti bize. Romanını yazma sürecinde hayli yol almış Baydar, yazdığının iktidar ilişkilerine değinen bir roman olacağını eklemeyi de ihmal etmemişti. Bize düşen, romanı beklemek ve yayımlanınca da okumaktı.

İstanbul görüşmesinden aylar sonra Baydar’ın, “Bir yazamama yazısı” (T24, 14 Haziran 2024) üzerine ben de burada yayımlanan “Oya Baydar ve Türkiye coğrafyasında ‘ormanı yanmış ayılar’ olmak” (23 Haziran 2024) yazımda kaygılarımı dillendirirken ne olur ne olmaz diye İstanbul’da verilmiş ‘roman’ sözünü anımsatmıştım. Baydar’ın, Türkiye aymazlığının fotoğrafı o yazısı ne tür karşılıklar buldu, bilemiyorum. O günlerde, tanışıklığım da olan bir genç akademisyen (doçent), yazımda Baydar’a hak edilmemiş ilgi gösterdiğimi söyledi bana. Andığım yazımdan aylar sonra, bu yazımın günlerinde ise hiçbir tanışıklığım olamayan emekli bir akademisyen (profesör), Baydar’ın yazı konusundaki umutsuzluklarını yaşadığını ve benim de belirlemelerimi nasıl öylece yerli yerine oturttuğuma dair görüşlerini iletti bana. Yazarlar da kurmaca metinlerine benzerlikle başka başka yorumlanabiliyor işte.

Neyse ki Baydar, “yazamama” engelini aştı ve sözü edilen roman Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı, Ekim 2024’te okurun karşısına çıktı. Lise çağındaki bir gencin bana hediyesi kitabı okuyunca yazarının her dönemin iktidarında gücünü derin devlet iradesinden alan üst düzeydeki istihbaratçı kişisiyle dışarda lapa lapa kar yağarken kendisi hastane odasında seruma bağlı yattığı sırada başında bekleyen doktoruyla karşılaştım.

Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı, Çek romancı Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nı çağrıştırıyor ya bu anımsatma yalnızca ad yakınlığı değildir. Her iki romanda; iktidar, bellek, unutma ve hatırlama anahtar sözcükler gibidir, iki romanın da iktidarı unutturma çabasındadır. Baydar’ın romanını okuyunca Ömer Seyfettin’in Efruz Bey karakterini anımsamasam olmazdı. Öykücünün bir dizi öyküsünün başkişisi Efruz, yalnız adını değiştirmekle değil Meşrutiyet iktidarı dönemlerinde gücünü bir biçimde korumasıyla da iktidarın en üst kademelerindeki yerini korumuş istihbaratçı halefine kılavuzluk etmiştir diyebilirim. Calvino’nun, “okurluk ve yazarlık üzerine bir başyapıt” bilmemiz gereken Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okurken başlangıçtaki okur sabrımı, Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı için de göstermem gerekti diyebilirim. Baydar, okurunu çıkaracağı toplum yolculuğunun güzergâhı için içsel hazırlığa hayli özen göstermiş bu ustalık emeğiyle.

Okuyanları bilir, Oya Baydar ‘meselesi olan’ bir yazardır. Öncekilerinin meselesi, Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı romanında sorularını daha da çoğaltarak büyük bir sorun’a dönüşmüştür: Devlet adına işlenen suçlar mubah görülebilir mi? Oya Baydar bu romanına önsöz yazacak olsaydı edebiyatımızın hemen bütün kaynaklarında ‘realist’ romanın bizdeki ilk örneği sayılan Araba Sevdası yazarı Recaizâde Ekrem’in, “ara sıra böyle şeyler yazarak vakit öldürmek zorunda kalıyorum” lakırdılarını yazmazdı diye düşünüyorum. Çağdaş Rus yazar Mihail Şişkin (d.1961), kitabına adını veren “Mürekkep Lekesi” öyküsünde, “Bu mide bulandırıcı hayatta biri büyük biri küçük iki alçaklıktan birini seçmek gerek: küçüğü susmak, büyüğü tribünlere oynamak.” (Mürekkep Lekesi, 2021; çev; Erdem Erinç) diyor ya bedel ödemiş romancı Baydar için iki seçenek de geçersizdir. Onun yazdıklarında metinler arası bir karşılaştırma sayılmasın ama bana kalırsa Kayıp Söz romanı bir girizgâh sayılmalıdır bu yeni roman için. Mesele ‘derin’ meseledir hem de çok derin, öyle ki dokunanı yakar bu derinlik. Peki, dokunanlar yanıyor da yazanlar neden yanmıyor derseniz sanatın, burada kurmaca metnin, gerçeği değiştirip dönüştüren ‘dil’ ayrıcalığıdır bu. Baydar’ın, edebiyatın güzel sanatlardan biri olarak özerk yanıyla ve aynı zamanda onun toplumsal alanla sıkı bağını romanında böylesine gösterişini Arsitofanes (MÖ. 446-386)’in komedyalarındaki koronun, oyun sırasında bir adım ileri çıkarak ön sıralarında yöneticilerin oturduğu solana eleştirilerini açık seçik söyleyip tekrar oyuna dönerken bu gösteriden herhangi bir ceza alamayışlarına yakın görüyorum. “Kestaneci Dostum” öyküsü için Sait Faik’in başına gelenleri anımsayınca birilerinin de Oya Baydar’ı çağırıp ‘gel bakalım, bir bildiğin mi var senin’ sormalarını düşünmedim değil. Gel de anlat, ‘yok öyle birisi, benim yazdığım romandır’ gerçeğini.

Dışarıda karın lapa lapa yağdığı bir kış gününün hastane odasında hiç bir şeyden haberi yok gibi uyku ile uyanıklık arasında yatan -oysa ne çok şeyi bilen- erkek hastanın hatırlama ile unutuş gelgitleri… Hastasının -derin aşkının demeli- başında, onun küçük bir canlılık belirtisini ve geçmişe dair ipucu sözünü sabırla bekleyen gönülden yaralı kadın doktor… Baydar, Türkiye’nin 80’li yıllarından bugünlere yarım yüzyıllık trajedisini bu ikilinin içsel konuşmalarıyla öylesine dramatize etmiştir ki anlatının aşk hikâyesi mi derin devlet sorgulaması mı olduğunu ayırmada güçlük çekersiniz. Gerçek ile kurgunun böylesine bulanıklaştırılıp belirsizleştirildiği geriye dönüş ve iç monolog ustalıkları azdır.

 Bir yanda, yalnızca bilmesi gereken ‘çok özel’ kişilerin bildiği fail-i meçhul sıvalı ‘karanlık’ bir dönem, diğer yanda evlilik bağlarından sıyrılmış çetrefil aşk bağlılığı… “Hatırlama ve onun unutuş dehlizlerinde kendi içine doğru uzun yolculuğun başlangıcı” için “çocukluk rüyalarına” dönen bir hasta ve onun başucunda “unutuşun karanlığından hatırlamanın aydınlığına çıkabilirim” umuduyla bekleyen, hastasından birkaç yaş büyük doktor… Bu sessiz diyalogdaki iç dökmeleri birbirinden ayıran farklılık, zorunlu hizmet gereği yıllar önce bir ‘doğu’ şehrinin hastanesinde cerrahi uzmanı olarak göreve başladığı günlerde bir arkadaşının yerine nöbete kaldığı bir gece önce tedavi edip sonra âşık olduğu, seviştiği ‘çok özel’ hastasını, onca badireden sonra yine bir hastane odasında ancak bu kez kesik saçlarıyla bekleyen doktorun ‘italik’ konuşmalarıdır.

Öncekilerine göre daha ‘parçalı’ görüntüsü olan Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı romanı, kitabın sonuna gelindiğinde olay örgüsü pek de öyle karmaşık görünmeyen bir romandır. Romanın hemen başlangıcında hastane odasındaki sayıklamalarına tanık olduğumuz yatağa bağlı hasta ile başındaki doktoruna, onların çevresindeki bir kadın ve bir erkek daha eklendiğinde ana kadro tamamlanmış gibidir. Oysa tedirgin yılların çocukluğuna dönüldüğünde ve sonrasında yaşananlara bakıldığında, vaktiyle dedesinin yaşama azabına tanıkken “bir gün bu hale düşecek olursam beni asla yaşatmayın” demiş hastanın hastane odasında fişi çekilinceye dek hikâye(miz)in içine ne çok kişi, olay ve mekân eklenir.

İki erkek ile iki kadın olan kadroda iki de evlilik vardır ancak uzun sürmüş evlilikler değildir bunlar. Fırat, hastasının başında bekleyen doktorun, “herkesin eşit olduğuna, eşit haklardan yararlanması gerektiğine inandığı için, Hipokrat yeminine sadık kaldığı için, hastanın dilini, dinini, milliyetini sorgulamadan can kurtardığı, acıları dindirmeye çalıştığı” için ensesinden tek kurşunla vurularak öldürülmüş, fail-i meçhul kurbanı eşidir. Annesinin ‘Eli’ diye çağırdığı, kulaklarında akranlarının “Piç, piç, piç, orospunun çocuğu, piç!” hakaretleri yankılanan çocuk şimdiyse yatağında bilinçsizce yatan hasta Ali, yurt dışı eğitimleriyle özel olarak yetiş(tiril)mişken iktidarın zirvelerine çıkabilmesi için hayli varlıklı bir ailenin kızıyla “başbakan gelinin, içişleri bakanı damadın şahidi” olduğu bir düğünle evlendirilmiştir. Başbakan, evlilik cüzdanını geline verirken “tez elden üç çocuk istiyor” olduğunu baskınca söylemesine karşın o, ‘kilitlendiği hedef’ için çocuklu ve mutlu bir aileden yana olmamış, seçkin ailenin kızı da ‘karısı’ olduğu ancak ‘kadını’ olamadığı “derin devletin 1 numaralı adamı” kocasından ayrılmıştır. Hipokrat yeminine sadık kalmış Fırat ile seçkin ailenin anne olmak isteyen güzel kızı, iktidarın arzusuyla hikâyeden çıkarılmışlardır. Eli’nin, annesiyle saklambaç oynadığı konağa “komünist” babayı sokmayan Bavpir dede, doktorun hariciyeci babasının uyarılarına karşın evden ayrılıp bir daha dön(e)memiş “bir sol örgüt” üyesi ‘eylemci’ ağabeyi, uzak dünyalardan gelip Türkiye’de annelik dileyen güzel kadından ayrılmış babasını bulan genç gazeteci benzerleri, oyunun dramatik ögeleridir. Baydar, hastasının “sessizliğin diliyle” de olsa “Mi kerd Dâye. Ben yaptım!” mırıldanışıyla perdeyi kapatırken romanın yalnızca yazılı bir metin olmakla sınırlı kalmadığını, kendi yazarlığının esin kaynaklarıyla romanı için beslendiği toplumsal arka planın derinliğini gösteriyor okura. Romanın sonunda Anne’nin, “çok uzaklardan” geldiği anlaşılan “İkrarda salah vardır!” sesiyle hastane odasından çıkarken Deleuze’ün, “Yazar görüp duyduklarından, gözleri kızarmış, kulakzarı delinmiş bir halde döner.” (Kritik ve Klinik, 2007; çev. İnci Uysal) cümlesi, bir duvar yazısı oluverdi karşımda. Görüp duyduğun neydi diye sorasım geldi yazara.

Hatırlama ve Unutuşun Kitabı romanının meselesi iktidar meselesidir, anlatı baştan sona bu izlekte ilerler. Romanın başkişisi bir iktidardır ama iktidarın emrindeki bir iktidardır. “Planı yaparım, siyasi iradenin onayına sunarım, sonra uygulayacaklara teslim ederim, kayıpları en aza indirmek için önlem alırım. Uygulama benim işim değildir. Ellerimi kirletmem ben.” Birkaç cümleyle çalışma düzeni böylesine özetlenen çarkın dönmesi için emre hazır güçler, ‘derin devlet’ iradesiyle gerektiği an organize olur, görev ifa edilir. “Bazı konular ağızlara sakız edilmemeli, devletin sırları vardır, bilinmemesi gereken şeyler varır.” ya işte o, “orospunun çocuğu piç” olan Eli büyünce bilinmemesi gereken çok şeyi bilir ve bize yani bilinmesi gerekeni bilene de şunu der: “Devletin kuralları, kodları vardır, oyun alanınız bunlarla sınırlıdır.”  Doktoruna yalan söylememiş, “Tutkulu âşık kimliği, şefkatli sevgili kimliği, parlak diplomat, güvenilir devlet adamı kimliği, milliyetçi muhafazakâr siyasetçi kimliği, liberal, demokrat aydın kimliği…” ile olduğu gibi görünmüş hasta, doktorunun eve bir daha dönemeyen ağabeyinin akıbetini de Fırat'ı, “Özel Kuvvetler Karargâhı’nın yüz metre ötesinde” tek kursunla öldüreni de bilir. Suriçi baskınında kapıların kapatılarak cesetlerin aç köpeklere parçalatılmasının da bilicisidir o. Aşağıdakilerin gözüyle bakıldığında suç dosyası hayli kabarık olan bu ‘iktidara’ ve ‘yükselmeye’ doymayan yukarıdaki, suçlarını cahil/kötü biri olduğu için değil, ‘kutsal devlet’ adına, mümin kişiliğiyle işlemiştir. Ne var ki her zaman yukarıdan ve başkalarına baktığı için kendi yüzünü görmez, görmek istemez. Bu sebeple onun son sözü “Mi kerd Dâye” mırıldanışını, Augustinus’un İtiraflar kitabı bilmemiz gerekir.

Oya Baydar ile yeniden karşılaşıp Hatırlama ve Unutuşun Kitabı’nı konuşacak fırsatı bulsam ‘mesele’ sorularını hiç sormazdım çünkü dili tutulmuş olsa da kamu durumun farkındadır. Güzel bir romanı okumak, metinle sevişmek ise bu romanı yazmanın ne biçimde olduğunu sorardım kendisine. “Hiçbir şey, olmasını istediğimiz gibi olmaz aslında, olana razı oluruz ya da kendimize göre yeniden yazarız hikâyeyi.” tezi, yaşamanın anlamı olarak yorumlanabilir mi ya da ‘hikâyeyi yeniden yazmak’ gerçekte olmuyorsa iş kurmacaya mı kalıyor acaba? Hakikaten, “aşk bencil, kimi zaman kötücül bir duygu” olduğundan mı “Sevdiğimize sahip olabilmek için onu kendimize muhtaç kılmaya çalışırız.” kadın erkek ayırımı yapmadan? Aşkın ateşine düşmemiş kişiler, “Hayatında hiç tatlı yememiş birinin canının tatlı istememesi, tatlıyı özlememesi gibi.” bir durumda iseler bir ömür “Bilmediğin, tanımadığın bir şeyin eksikliğini hissetmezsin.” avuntusuyla yaşayıp mutlu olabilirler mi? Söylendiği gibi “Aşk bazen bilinmeyenlerle derinleşir, tutkuya dönüşür. Gizem insanı çekici kılar.” ise bugün “yaşanan şk, yaşanmayan aşk” (Ahmet İnam) mıdır?   Neden “muktedir erkek ökse gibi” oluyor kadınlar için ve “kadınlar iktidar sahibi erkeklere yönelirler” belirlemesi toplumsal yaşamda yabana atılacak bir görüş müdür? Liste uzun ya Oya Baydar’a son sorum -hoşgörüsüne güvenerek elbette- ‘Siz, saçlarınızı ne zaman kestirdiniz?’ olurdu.

Hatırlama ve Unutuşun Kitabı romanını yüzleşmeye çağrı olarak okudum. Romanın çağrısı bireysel görünen toplumsal yüzleşmedir. Yatağına bağlı hasta, çocukluk travmaları ve iktidar gücünün parçası olmakla yaşadıklarının arasında sıkışıp kalmış, kendisiyle yüzleşme cesaretini kaybetmiştir. Onun, son sözüyle “ben yaptım anne” deyişi, annesiyle saklambaç oynadığı zamanlardaki saf çocukluğuna dönüşü ve aynı zamanda ölümüdür. Türkiye’nin 1980’li yıllarıyla sonrasına salim akıl ile tanık olanlar Hatırlama ve Unutuşun Kitabı’nın toplumsal yüzleşme çağrısının gecik(tiril)mesinin farkındadırlar. İktidar, unutturmayı bellek ise hatırlamayı önceler. Okuduğumun, ‘roman’ olduğunu bilerek okudum ve kitabı bitirince Türkiye’nin son elli yıllık siyasi tarihine bakma gereği duymadım bile. Romanı bitirdim ve hemen ardından Nermi Uygur’un “Romansız Yaşayamam” yazısını okudum yeniden.

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu.

Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı.

2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021), İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) ile Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat (2024) adlı kitapları yayımlandı.

Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

45 yıl sonra Behçet Necatigil: “Mektuplar hiçbir zaman yüzde yüz halisane olamıyor”

Necatigil için ev, içinde yalnızca yaşanılan bir nesne mekân değildir. Onun için ev, bir tür kaledir öyle ki o, evin içinde yaşanan ve dışında kalan insan ilişkileriyle toplumsal yaşamı değerlendirir, yorumlar

Murat Akan, ‘Sansar, Baykuş ve Tomson’ romanını anlattı: Cinlerin, perilerin cirit attığı masalsı ortam kaybolup gitmesin istedim

"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

"
"