12 Mayıs 2024

Sait Faik: İnsan sevgisi, doğa tutkusu, edebiyat aşkı vesaire…

Dostoyevski'nin, "Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık." deyişine benzerlikle bizdeki pek çok öykücü, Sait Faik esiniyle ve kılavuzluğuyla öykü yoluna çıkmıştır da onun hakkında bir söz yerleşmemiştir belleklerimize. Örneğin, "Hepimiz Sait Faik'in Lüzumsuz Adam'ından ders aldık" veya "Hepimiz Sait Faik ile Alemdağ'da dolaştık" ya da ne bileyim, "Hepimiz Sait Faik'in Mahalle Kahvesi'nde çay içerek büyüdük" türündeki sözleri yetmiş yılda belleklere yerleştirebilirdik

Sait Faik (18 Kasım 1906-11 Mayıs 1954) okuduğumda ya da ondan söz edeceksem, çağdaş İngiliz filozof Bertrand Russell'ın "Aylaklığa Övgü" yazısı düşer aklıma. Russell, adını kitabına veren yazısında çalışmanın modern zamanların bir dayatması olduğundan yakınmayla "sınırlı/az" çalışmayı önceler ve aylaklığı açıkça över. Yetmiş yıl sonra Sait Faik'i bir yazıyla hatırla(t)maya karar verince dönüp Russell'ın yazısını yeniden okudum. Andığım yazının başlığına bakarak anlatılanın yalnızca "aylaklık" olduğunu düşünmeyiniz. Deneme seçkilerinin ilk sıralarında yer almasını istediğim yazısında; eğitime, kadın-erkek ilişkilerine, akademiye, kazanma-harcamam denklemine, iktidar dayatmalarına, boş zaman kavramına, teknolojinin üretim ve tüketimi belirleyiş biçimine kıvrak zekâsıyla ustalıkla değinen filozof, sözü getirip "uygarlık için boş vakit şarttır" diyor.

Sait Faik'in henüz on beşlerinde delikanlı olduğu yıllardaki (1932), "boş vaktin, akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucu" olduğunu savunan yazının yazarlık önerisi dikkate değerdir. Russell'a göre insanların "dört saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada" doğal olarak "Genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebilmek için iktisadi bağımsızlıklarını kazanmak kaygusuyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dikkat çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zamanı gelince hem de böyle büyük eserler verme iştahını, hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacaklardır." Eli kalem tutanların ütopyası bu olsa gerek. Sait Faik de "boş zaman" filozofluğunu ilk kez 1940'ta yayımlanan Şahmerdan kitabının "Bekâr" öyküsünde gösterir. "Hayatta her vakayı, her hadiseyi, boş günler hazırlar. Bomboş gibi gelen, hiç manasız gibi gözüken, yalnız bir kalem satın almak, bir iki satır yazı yazmak, bir sütlü kahve içmek, bir kontrat imza etmek, bir arkadaşa merhaba deyip geçmek biten o boş günlerimiz, o boş senelerimiz büyük günleri, o tiyatro sahnesini hazırlar." Öyle ki "Ay Işığı" öyküsünün bir zamanlar parası olan anlatıcısı da o günlerinde "Avare dolaşır, mevzular bulur, oturur, hikâyeler yazar"mış. Her iki adın da yaratıcılığın başat gerekçesi saydıkları "boş zaman" önerilerinin benzerliğini görmeliyiz.

Bizdeki edebiyat ortamlarında Sait Faik'in yalnızlığını, aylaklığını, kendisine dönüşünü anla(ya)mamış, kavra(ya)mamış ya da bu yönelişi onaylamayan pek çoklarının var olduğunu bilmek gerekir. Bu çevreler; sanatçıyı dava adamı/devrimci, görüşlerine başvurulan bir yol gösterici veya ne bileyim millî manevî değerleri halk için yorumlayan görevli türünden bir kişi sayanlar olabilir. Bana kalırsa halk filozofu Sait Faik'i kendi dünyasının sınırlarına hapsetmenin ve ona karşı mesafeli durmanın asıl gerekçesi onu okumamış olmaktır, okunsa anlayış değişir. Okununca Sait Faik ayarında, halkın gündelik yaşamının yakın tanığı öykücülerimizin pek fazla olmadığı açık seçik görülecektir. O, "beni mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı" dediği insanların arasından kalemi eline alabildiği zamanlarında ayrılmıştır. Yazıyı/edebiyatı onun ölçüsünde konu edinen öykücümüz de yok gibidir.

"Çelme" (Şahmerdan) öyküsü yayımlandığında karakola çağrılan öykücüyü anımsadıkça onu "insancı" olarak niteleyerek Sait Faik'in insancılığının, "insana hayran olmanın sınırlarında sıkışıp kalmaz" yaklaşımının, "eleştirili insancılık" olduğunu söyleyen Afşar Timuçin'in yargısını önemli buluyorum: "Sait Faik insanı tanır, insanı sever ama onu eleştirir de. Ona kızdığı ona öfkelendiği de olur. Soyut bir insancılık değildir bu, onun insancılığı bir yanıyla toplumsal eleştiriyi kendiliğinden getirir. Gene de Sait Faik'i toplumcu bir yazar diye nitelendirmek aşırıya kaçmak olur. Sait Faik'in dünyası kalıpların içinde sığmayacak kadar geniş bir dünyadır." (Sait Faik'in Dünyası, 2013). Öykücüye yönelik sözünü ettiğim "uzak duruş" sorunu, öykülerinde "kalıpların içinde sığmayacak kadar geniş bir dünya" kurmuş olması nedeniyledir. "İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok. Her şey onun sayesinde, onunla güzel. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ay, uzakta güneşin bir billur bahçe gibi pırıltısı; hiçbir şey değil… Bütün bunlar kötü resimler gibi…" ("Kendi Kendime")

Hatırlayınız ki "her zaman insanların içinde bir cennet yaratmak hülyası hakikat kadar kuvvetli" olduğu varsayımıyla "İnsan başkalarının aç, perişan olduğu günlerde nasıl mesut olur, dememeli. Öyle bir olur ki. Öyle de bir olmayabilir ki…" sorgulamasıyla ilerleyen öyküde bir köylü kadın, kasabanın pikniğe giden mesut insanlar takımına mihmandarlık eden topal askeri "bir çelmede" yere yıkmıştır. Sait Faik'in karakola çağrılmasının görünür gerekçesi, devletin askerinin "ne hakla" yere yıkılmasıdır. Belki asıl mesele, değirmende sıra bekleyen "yoksul" köylülerle kasabanın "zengin" ve mesut insanlarını birbirleriyle kapıştırarak "ne hakla" sınıf çatışması yaratıldığıdır, hiç olur mu öyle şey! Öyküsünün bir yerinde, "Bunlar bizim hikâyeci numaralarımız, lütfen affedin" dese de arbede sonrası kaçanların sepetlerinden fırlayan "zeytinyağlı dolmaların ve kocaman ekmeklerin, kaşar peynirlerinin" üzerine atılan köylülerden "bayılanlar, ölenler" olduğu gibi "doyan da doy"muştur. Bir tür "eşitlik" işte…

Sait Faik, 1937'de yayımlanan bu öyküsü 1940'ta "Varlık" dergisinde yayımlanınca hesaba çekilmiş olmalıdır. "Şu insanlara hiçbir şey çok değil" (Tüneldeki Çocuk) diyen Sait Faik, "Çelme" öncesinde Hasan Âli Yücel'in "Sınıf Edebiyatı Yok, Milli Edebiyat Vardır!" (9 Mart 1936) uyarısından haberdar değildi anlaşılan. İnsan acılarını öylesine bir doğallıkla anlatır ki mebusluğunun hemen başındaki Hasan Âli, insanın oracıkta Orhan Veli'nin şiirindeki "sokak kedisi" olası geliverir. Ciğercinin mutlu kedisi başkaları oluversin canım, ne çıkar! Felsefe öğretmeni mebus Hasan Âli Yücel, bütün insanları doğmak, hasta olmak ve ölmek eşitliğinde buluştururken "içtimai sınıflar" bütün bunların şeklini değiştirebilir, der. Ona göre insanların acılarıyla mutlulukları "türlü şartlara göre başka başka manzaralar gösterirler" o kadar. "Onun için bütün dünya kültür tarihinde sınıf edebiyatı diye bir şey aramak faydasız ve yersiz bir dogmatizm yapmaya kalkışmaktır." Orhan Veli, 1949'daki "Kuyruklu Şiir" ile "dogmatizm yapmaya" kalkıştığının bilincinde değildi herhalde: "Uyuşamayız, yollarımız ayrı;/ Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;/ Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;/ Benimki aslan ağzında;/ Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.// Ama seninki de kolay değil, kardeşim;/ Kolay değil hani,/ Böyle kuyruk sallamak tanrının günü." Çok ilginç, ciğercinin kedisi 1950'de "Cevap" yazar sokak kedisine. "Açlıktan bahsediyorsun;/ Demek ki sen komünistsin./ Demek bütün binaları yakan sensin./ İstanbul'dakileri sen,/ Ankara'dakileri sen… // Sen ne domuzsun, sen!" Öyle ya "Rus salatası" demenin bile yasak sayıldığı 40'lı yıllar… Peyami Safa'nın ihbarları gereğince sorguda kendisine "komünist" olup olmadığı sorulmuş mudur bilemem lakin uyarıları dikkate almadığı anlaşılan Sait Faik, "Ketenhelvacı" yazısında "dışarda harbin, İstanbul'da ihtikârın[vurgunculuk] alıp yürüdüğü bedbaht senelerde" yani 1942'nin Eylül aylarında, "İstanbul sokaklarında, arkaları yenmiş lastik ayakkabılarıyla bir ketenhelvacının mevcudiyetini düşünmek, insanı masalların memleketine sürüklüyor." diyerek ekler: "Kahrolsun masallar!" (Tüneldeki Çocuk)

Sartre, yazı yoluna çıkacaklara "başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz var mı" ve bir de "dünyanın hangi görünüşünü örten perdeleri kaldırmak istiyorsun" sorularını sormamız gerektiğini söyler. Rilke de "sayın bay" diye seslendiği genç şairine "yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize." der. Sait Faik de "Yazmasam deli olacaktım." sözüyle bağlar bir öyküsünü. Öykünün tamamını okumamış çok kişi, sözüm ona "yaratıcı yazarlık" etkinliklerine "Haritada Bir Nokta" (Son Kuşlar) öyküsünün son bölümünü kanıt gösterir. "Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."

Peki, bir daha yazmamaya söz vermiş öykücü ne olmuş da yazmasa "deli" olacağını söylemiştir, işte asıl bilinmesi gereken budur. Öykünün, orta yaşlarındayken özlediği adaya gelmiş anlatıcısı -hadi, Sait Faik diyelim- artık annesinin olanaklarıyla yaşadığı adada, büyük şehirde kaybettiği "her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, safveti, dostluğu, alınterini, sessizliği yeniden bulacak" olmanın hayaliyle bundan böyle yazmaktan bile vazgeçer. Ne var ki balıkçı teknelerinden birindeki tatsız olay, onun bütün umutlarını yıkar. Satışa sunulacak balıklar gönderildikten sonra kalan satış dışı balıkların o günkü çalışanlara "pay" edilme âdeti varken o gün böyle yapılmaz. Sekiz kişinin çalıştığı kayıktaki yedi kişi, temizlik işleri sonunda balık paylarını alıp da yabacı olan "zayıf, sarı, hastalıklı" sekizinci kişiyi eli boş gönderince bu haksızlığa duyarsız kalamayan anlatıcı "Yazmasam deli olacaktım." der.

1949'daki "Muharrir neden yetişmiyor?" anketine verdiği cevapta, "Cemiyeti düzeltmek hususunda hiçbir iddiamız yok. Biz cemiyette insanlarımızla birlikte aynı hayatı yaşamak istiyoruz" diyen Sait Faik'in "halkı anlatmak" vazifeli edebiyatında insan ve doğa başköşededir. Karşımızdaki, "çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu" düşünürken her türlü haksızlığın, insan emeğinin sömürüsü ve doğa katliamının karşısındaki öykücüdür. İş arayan gence "nasıl bir dünya arzuluyorsunuz" sorusunu yönelten başmuharririn aldığı cevap, yalnız Sait Faik'in değil, bugünlerde bizim de özlediğimiz dünya değil de nedir ki: "-Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı... Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya… Sevilmeye layık, küçük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıklarla otellere götüremediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar, hayâ, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya… Muhabbet tellallarının günde otuz lira kazanmadığı bir dünya… Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun, çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeğe, doğru şeyler söylemeğe salahiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…" (Ay Işığı"/ Havada Bulut) Hadi geliniz, hep birlikte böyle bir dünya kuralım. Böyle bir dünyayı geri tepenimiz çıkmaz herhalde.

"Tabiat çoğunca dosttur." diyen Sait Faik, sözüne açıklık getiriyor: "Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır, fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor; canavarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur." (Haritada Bir Nokta). Bu içtenliğe karşılık, doğa için bir manifesto sayılması gereken "Son Kuşlar" öyküsünün sonu, bugün her birimizin uykularını kaçırmalıdır. "Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsimde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi..."

Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabının yayımlanma mutluluğunu doyasıya tadamadan veda etmiş Sait Faik, yetmiş yıldır aramızda olmasa da okunan öykücülerimizden biridir. İyi ki kaydolduğu edebiyat bölümünü, "Uygurcayı öğrenmemek için" terk etmişti Sait Faik, buna seviniyorum. Okulunu bitiren düzenli öğrenci olsaydı kim bilir hangi bir köşede adsız sansız bir öğretmen olarak yok olup gidecekti öykümüzün ustası. Dostoyevski'nin, "Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık." deyişine benzerlikle bizdeki pek çok öykücü, Sait Faik esiniyle ve kılavuzluğuyla öykü yoluna çıkmıştır da onun hakkında bir söz yerleşmemiştir belleklerimize. Örneğin, "Hepimiz Sait Faik'in Lüzumsuz Adam'ından ders aldık" veya "Hepimiz Sait Faik ile Alemdağ'da dolaştık" ya da ne bileyim, "Hepimiz Sait Faik'in Mahalle Kahvesi'nde çay içerek büyüdük" türündeki sözleri yetmiş yılda belleklere yerleştirebilirdik. Gogol'ümüz vardı da Dostoyevski'yi bulamadık belki de. Yetmiş yıl sonra kitaplarının telif hakları kapsamından çıkması, Sait Faik'i yeniden ve yeniden okumamıza bir vesile olsun.

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978).

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı.

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır.

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

Halit Ziya, roman, dizi, yeniden "Aşk-ı Memnu" ve "edebiyatta ahlak" meselesi

Halit Ziya'nın, Aşk-ı Memnu romancısı olmaktan çok daha başka bir şey oluşu gibi Servet-i Fünun da yalnızca bir "dergi" ya da "edebi topluluk" değildir

Oya Baydar ve Türkiye coğrafyasında "ormanı yanmış ayılar" olmak

Oya Baydar, André Green'in "hayat malzemesinin edebi malzemenin hizmetine sunulmasının" yaşayan bir örneği olarak "aşkın bir işlev" ilkesiyle yazmıştır. Rilke, "Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize" sorusunu genç şaire değil de henüz "ormanı yanmış ayılar" grubuna dâhil olmamış Oya Baydar'a sormuş olsaydı ondan alacağı karşılık tartışmasız, "Evet, yazamasam ölürüm ya da eskisi gibi yaşayamam" olurdu. Bu durumda sorun, yakılan orman ve ortalık yerde kalan ayılar/mı/dır?

"
"