13 Nisan 2025
Bu can sıkıcı günleri biraz renklendirmek lazım. Bahar tüm renkleriyle bastırdı, geldi ama bizim haberimiz yok.
Dert perdesini biraz aralayıp, baharın renkleriyle sıkıntılardan uzaklaşmaya çalışalım.
Bizde değil ama tüm dünyada bahar insana yaşam sevinci verir.
Başrolde hep renkli festivaller vardır.
Festivaller, ülke, kent yaşayanlarına sevinç aşılar. Kısa sürede olsa dertlerinden uzaklaşmasını sağlar.
Her mevsime özgü festivallar vardır. Neşe aynıdır ama başlıklar değişir.
Şimdi mevsimlerin en güzeli bahardayız.
Bu özel mevsimi herkes anlatamaz. Bence baharı en güzel şairler yazar.
Hem de basit, yalın, abartısız kelimelerle.
Şairlerin, bildik kelimelerle baharı olağanüstü anlatmalarını hep kıskanmışımdır.
İşte Juan Ramon Jimenez bunlardan biri. Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından olan Nobel Ödüllü ozan, “Platero ile Ben” adlı yapıtında baharı şöyle anlatmış: “Bahçeye çıkıp bu masmavi gün için Tanrı’ya şükrediyorum... Kırlangıç, bir çalımla sesini kuyunun derinliklerine yolluyor, karatavuk, düşen portakallara ıslık çalıyor, ateş parıltılı asmakuşu, meşe ağacının üstünde ötüyor, baştankara kuşu, okaliptüsün tepesinden incecik bir kahkaha koyuvermiş, büyük çam ağacında da serçelerin sürüp giden şamatası. Ne güzel bir sabah... Dört bir yanda binbir renkli kelebekler oynaşmakta; çiçeklerin arasında, evin içinde, çeşmede. Çevredeki tarlalar yeni bir dirilikle çatlayıp, açıyorlar. Kocaman bir ışık peteğinin ortasında, tutuşmuş bir gölün göbeğindeyiz sanki...”
Kentin gürültüsünden kaçıp, kendinizi kırların kucağına atarsanız, Jimenez’in gördüklerini siz de görebilirsiniz. Kuşlar, çiçekler, tomurcuklar, böcekler, kokular sizi bekliyor.
Bahar sadece kırlara mı gelir? Sadece kırlar mı coşar alabildiğine? Asla... Bahar kentleri de güzelleştirir. Özellikle İstanbul’u... Ben İstanbul’un baharını iyi bilirim.... Baharda Boğaz’ın insanı nasıl perişan ettiğine çok kez şahit olmuşumdur. Ama ben size bu hafta Boğaz’ın baharını anlatmayacağım. Konum bir renk, bir ağaç olacak.
Nisanın ilk haftasından itibaren Boğaz’ın iki yakasını süsleyen -hâla- korularda misafir bir renk göze batmaya başlar. Bu rengin sahibi erguvan ağacıdır. Pembe - bazen lila da olabilir- renkli çiçeklerini tüm cömertliği ile salıverir.
Erguvan ağacı İstanbul’a çok yakışır. Ama aslen buralı değldir.
Türkiye’deki ağaçların piri olan rahmetli Prof. Dr. Faik Yaltırık bu ağaç hakkında bakın neler söyler: “Boğaziçi’nin süs ağacı Erguvan, baharın geldiğini müjdelemek için sabırsızdır. Daha yapraklanmadan son derece cömertçe çiçek tohumlarını açıverir... Erguvan, güzelliğinden habersiz, kor dudaklı bir köy güzeli gibidir ve onun kadar da kanaatkardır...”
Prof. Yaltırak’a göre, erguvan Akdeniz kökenli bir ağaçtır. Naziktir. Soğuk rüzgarları sevmez. Üşür, zarar görür...
Erguvan’ın İngilizce adı ‘Judas Tree’ yani ‘Yahuda Ağacı’dır. Bu nedenle anavatanının İsrail olduğu öne sürülür. Gerçekten de İsrail’in Judea bölgesinde erguvan ormanları vardır.
Erguvan ne renktir? Bu sorunun yanıtına geçmeden önce bir öyküyü aktarmakta yarar görüyorum: İsa’ya ihanet eden Yahuda, bu ihanete dayanamayıp, kendini erguvan ağacının dalına asar. O güne kadar beyaz çiçekler açan ağaç bu olaydan öylesine utanır ki, çiçekleri kızarır, bugünkü erguvan rengini alır.
Erguvan pembe midir, gül kurusu mudur, vişne midir, mor mudur, lila mıdır, şarap kırmızı mıdır? Bunun yanıtı zor. Ancak uzmanların bilebileceği bir soru. Ben de bu soruyu bu işin uzmanı birisine sordum. İşte yanıtı:
“Aşağı yukarı pembedir erguvan. Hafifçe, gizlice mavimsi. Ama öyle her hangi bir mavi de değil; çivit mavisi vardır ya bildiğimiz, işte o maviye çalar gizlice. Erguvan, o muhteşem renk, çokça şarap kırmızısı, pek az çivit mavi ve bolca beyaz ile ulaşabileceğiniz fevkalade zengin bir renktir. Burada renklerin ton farklılıklarına girmek olanaksız, ama yine de şu kadarını söylememe izin verin; beyaz kadar açık değil, siyah kadar asla değil, orta-açık tondaki bir gri kadar açılmış, ışıklı bir renktir erguvan. Buna karşın, ana renkler arasında adı geçmediği gibi, nedense biz renk kullanıcıları da ona erguvan demeyi ihmal ederiz. Sözlüklerde böyle bir renk için; mavimsi pembe gibi tanımlar yer alır.. Neden? Zira boyalardaki bu renk, bu muhteşem çiçekten değil ama Lübnan kıyılarına vuran bir deniz kabuklusundan elde edilmiştir.”
Erguvanın Osmanlı kültüründe de özel bir yeri var. Yazar Ramis Dara’nın yayına hazırladığı ‘Erguvan Zamanı’ adlı kitaptan edindiğim bilgilere göre, yüzyılın başında Bursa’da ‘Erguvan Bayramı’ kutlanıyordu.
Bu bayramın öyküsü şöyle: Buharalı bir çömlekçinin oğlu olan Seyyid Ali (Seyyid Şemseddin Muhammed bin Ali el- Hüseyni el Buhari), Medine’deyken rüyasına Hz. Muhammed girer ve ona, ‘Anadolu’ya gidip hizmetini orada sürdür’ der. Seyyid Ali bunun üzerine tasını tarağını toplayıp yola çıkar. Bursa’da yerleşmeye karar verir.
Kısa sürede tanınır, Bursalılar onun ziyaretine koşar. Henüz 22 yaşında olan Seyyid Ali, ‘Emir Sultan’ diye anılmaya başlanır. Emir Sultan bir süre sonra, Sultan Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Hatun’la evlenir, saraya damat olur. Osmanlı ordusu artık onun duasını almadan sefere çıkmaz olur. Herkes tarafından çok sevilen Emir Sultan 1429 yılında vefat eder. O tarihten itibaren bahar başlangıcında -erguvanlar çiçeğe bezenince- Türkiye’nin dört bir yanından gelen müritleri, Emir Sultan’ın türbesini ziyaret eder.
Erguvan ağacı, edebiyatın da gözdesidir. Örneğin Refik Halit erguvanı, Boğaziçi yamaçlarında, güneş çekildikten sonra batı tarafından kopup yere inmiş ve ince fidanlara sarılmış değirmi bulutlara benzetir.
Abdülhak Şinasi Hisar da duygularını şöyle anlatır: “Her sene yalıya dönünce baharın genç tenli, uzun boylu, mavimtrak günlerine kavuşurduk. Hayat sanki yeniden doğar, ağaçlar yeşillenir, beyaz ve pembe çiçekleri ve erguvanlar da lalden alevlerini açarken.”
Baki de erguvan düşkünüdür. Renkliyi, parıltıyı ve kıymetli olanı seven şairin en sevdiği ağaç da başlı başına bir ‘sefahat’ olan erguvandır. Belki bunun için sevgilisini erguvani elbiseler içinde düşlemiştir.
Adalet Ağaoğlu da ‘Erguvan Fısıltıları’ başlıklı yazısında şunları yazar: “Marmara’da, Boğaz’ın sularında gün batımlarının ayak izleri hala erguvandır. Şeker pembeliklerinden portakal kızıllıklarına alacalanan renk cümbüşü... Bir zamanlar bu kıyıların yoğun yeşilliklerine, uzaklarda kat kat açılan sabahın mavi sisine vurup durmuş mor alacası da erguvan şenliğiyle tanımlanır...”
Bir başka erguvan sevdalısı da Türk edebiyatının en büyük ustalarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. “Gülden sonra bayramı yapılacak çiçek varsa o da erguvandır” der.
Yazıyı bitirmeden önce bir önerim olacak: Neden nisanın ilk haftası İstanbul’da ‘Erguvan Bayramı’ olarak kutlanmıyor.
Okurlara bir hatırlatma yapmam gerekiyor. Erguvan bu muhteşem güzelliğini öyle uzun uzun sergilemiyor. 15-20 gün sonra mavimsi pembe çiçekler yerini yeşil yapraklara bırakıyor. Haberiniz ola!
Mehmet Yaşin kimdir?Mehmet Yaşin 1950 yılında Ankara'da doğdu. Üniversitede sosyoloji öğrenimi gördükten sonra 1970'li yılların başında gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde muhabir, editör, yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Gezi ve keşif dergisi Atlas'ı çıkardı. Daha sonra Hürriyet Dergi Grubu Genel Müdürlüğü görevini üstlendi. Televizyon kanalları için belgeseller hazırladı. Daha sonra kurucusu olduğu Doğan Kitap'ı beş yıl boyunca Genel Müdür olarak yönetti. Hürriyet gazetesinde gezi yazıları, çok sayıda dergide yeme-içme üzerine yazılar kaleme aldı, CNNTürk'te hazırlayıp sunduğu 'Lezzet Durakları' programı büyük beğeni topladı. Yemek ve mutfak üzerine yazılar yazmayı, Atlas dergisi için çıktığı gezilerde gittiği yerlerin yemeklerini de keşfetmeye başlamasına bağlayan Yaşin, "Keşfetmek duygusundan hareketle mutfakları araştırmaya başladım. Yemeğin o yörenin, ülkenin kültürünü anlamak için en iyi araç olduğunu fark ettiğimden beri, mutfaklardan çıkmaz oldum. Yemek için kullanılan malzemeler, pişirme teknikleri, yemeklerin öyküleri derken mutfak vazgeçemediğim ilgi alanı oldu" diyor ve ekliyor: "Gittiğim ülkeleri anlatırken, yemeğe değinmeyince yazımın yarım kaldığını gördüm. Bir de belki benim önerimle o coğrafyalara gidecek insanlara yardımcı olabilirim duygusu beni yemek yazmaya itti. Ben yemeğin nasıl yapılacağından çok nasıl yapıldığı ile ilgilendim. Yemeğin öyküsü daha çok ilgimi çekti. Yemeğin tarihi merakımı uyandırdı. Okudum, sordum, soruşturdum, biriktirdim. Tüm bu bilgileri kendime saklamanın haksızlık olacağını düşündüm. Benim gibi yemeğin peşinde koşturanlarla paylaşma duygusu ağır basınca yemek yazılarına başladım." Yayımlanmış kitapları 'Lezzet Durakları', 'Yemek Sırları', 'İstanbul Lezzetleri', 'Uzakname', 'Yakınname' (Doğan Kitap) ve 'Yumurta Nasıl Kırılır?' (Remzi Kitabevi) adlı kitapları yayımlandı. |
Fındık fareleri Antik Roma sofralarının gözdeleriydi, ev sahibinin statüsünü belirlerdi. Pazar pazar midenizi bulandırmamak için, nasıl pişirildiği konusunda detay vermeyeceğim!
Türkiye'nin dört bir yanı lezzetli rotalarla kaplıdır. Sizin yerinizde olsam, arada bir lezzetin peşine düşer, hem yemekleri hem de bu yemeklerin yapıldığı çevreyi keşfederim
Hamur ve et ikilisi önce kokularıyla, sonra bir melek gibi gökyüzüne yükselen ekşi maya kokusuyla insanın aklını başından alır. Herkesi hamur-et aşkına şapka çıkarmaya davet ediyorum
© Tüm hakları saklıdır.