Bu ülkede müziğin başına gelen tatsızlıklardan bir diğeri de bir "analoji", bir benzetme olarak sıklıkla kullanılmasıdır. Birinin diğerine "üstün" olduğunu kanıtlamak için "müzik" ya da "musiki"den (böylesi tuhaf, müzik/musiki gibi ayrımlarımız da var) kaynaklanan benzetmeler ortalıkta uçuşur, müzik bir meydan muharebesine döner. Tahmin edileceğe üzere o yıllarda "batıcılar" öndedir, müziğimizin yeni medeniyetin seviyesine gelebilmesi için "batılı tekniklerle" (çoksesli) yeniden yazılması gereğini değişmez bir düstur olarak kabul ederler. Bu arada, batı müziğinin üstünlüğünü ispat etmek için analoji bulmada sınır tanımazlar. Bazıları Klasik Batı Müziği orkestra düzeninde "demokrasi" arar; bazıları orkestra müziğininin armonik yapısında "sanayi toplumu"nu, o aralıktan da "modern hayatı" bulur; bazılarıysa örneğin Mozart müziğindeki "veri" sayısı ile Osmanlı saray müziklerini karşılaştırır, onları "yetersiz" görür. Ne yazık ki, bu yazdıklarımın hepsinin somut bir kanıtı var ama bunları başka yazılara saklayıp, bir diğer analojiye, "orkestra şefi" benzetmesine gelmek istiyorum.
Radyo Mecmuası'nın başyazılarını yazan Selim Sarper'in "Aklından Geçenler" başlıklı yazısında (Sayı 5, 15 Nisan 1942) bu kez Batı Müziğinin hiç de "demokrat" olmayan bir yönüyle tanışırız. Hem de övgülerle. Bu arada hemen bir parantez açmalıyım: Sakın ola ki yanlış bir kanıya kapılmayın, Klasik Batı Müziği ile bu ülkede yaygın olarak kullanılan bazı analojilerin hiçbir alakası yoktur. Hiçbir batılı düşünür, müzikolog böyle saçma fikirlere itibar edip, Batı Müziğinin "üstün" bir medeniyetin bir göstergesi olduğu iddiasında bulunmaz. Bizde yapılan, örneğin müzikten yola çıkarak tercih edilen "batılı" yöntem, yordam ya da içeriğin bir "gerekçe" olarak uydurulması, bir şeylere benzetilmesi çabalarıdır. Üstelik şimdi vereceğim "orkestra şefi" benzetmesinden ancak bir diktatör analojisi çıkar ki, birazdan biraz daha yakından tanıyacağımız bu pek "kıymetli" başyazarın aklında neler olabileceğini az biraz tahmin edebiliyoruz. Malûm, devir Milli Şef devri, bu da unutulmasın. Biraz korkutucu, biraz tuhaf ama kesinlikle öğretici bir başyazı, önce tamamına bir bakalım.
Alın size dört başı mamur bir "ur-faşizm" güzellemesi ve ne yazık ki aynı Selim Sarper (1899-1968), Basın Yayın Umum Müdürü olarak görev yapmakta, devrin resmî propaganda anlayışını bizzat temsil etmektedir. Daha çok bir diplomat olarak bilinen (Birleşmiş Milletler ve NATO'daki daimî temsilcilikler, 1960 sonrası Dışişleri Bakanlığı, CHP milletvekilliği, çeşitli merkezlerde büyükelçilikler) Selim Sarper'in kariyeri baştan sona incelenmeye değer, "proto-faşizan" bir bakış açısının daha sonra nasıl NATO'culuğa evrileceğine, giderek bir "anti-komünizm" limanında demirleyeceğini anlamak bakımından "muhteşem" bir örnektir.
Disiplin, gaye birliği, şefin işareti ve hamle!
Öyle ki, 1960 darbesinin hemen ertesi günü Sarper, ABD elçisini Cemal Gürsel ile tanıştıracak ve darbe hükümetinin ilk dışişleri bakanı olarak da atanacaktır. Hâlbuki, hazırlanan ilk listede dışişleri bakanı olarak yazılan isim Fahri Korutürk'tür. Bir başka bilinen marifeti, Stalin'in boğazları istediğine dair bir söylentiyi, Moskova Büyükelçisi iken, oradaki Amerikan Elçisine aktardığına dair rivayettir. Böylece Türkiye'nin Batı ittifakına, NATO'ya doğru olan yolu açılmış olacaktır. İngilizce bilenler için YouTube'da çok ilginç bir video var. Celal Bayar'ın ABD ziyaretinden tam bir gün önce o esnada BM Daimî temsilciliği görevinde olan Selim Sarper'in CBS Televizyonda yaptığı söyleşisi. Arama motoruna Selim Sarper yazarsanız bulunuyor, videonun referans numarası LW-LW-284. Neyse, yine başyazıya dönelim ve içinde müziğin de bir benzetme olarak kullanıldığı, bahane edildiği bölüme bakalım.
Burada kullanılan "şef" metaforunun müzikten çok siyasi liderliğe işaret ettiği aşikâr. Üstelik "disiplin" (temelde kişinin kendine uyguladığı bir özdenetimdir) ile, açıkça yazalım, bitmez tükenmez bir "sıkıyönetim" altında yaşamayı karşılaştırması, sivil hayatı bir kışla düzeni olarak normalleştirmesinin de altını çizelim. Sonda söylenen, "hududu olmayan kreşendo hamlesi" ise çok tanıdık, benzer versiyonlarını sürekli işittiğimiz bir başka anıştırma. Bu hamlenin mümkün olabilmesi için, en azından bir teknik altyapı olarak, radyo yayınlarının yaygın olarak dinlenebilmesi (cihaz ve dinleyici sayılarının artırılması) gerekir. Nitekim, bu yazı dizisinin ilkinde Selim Sarper'in bir başka başyazısı (Sayı 3, 15 Şubat 1942) koymuştum. O yazıdan kısa bir alıntı yaparak bu meseleye tekrar dönmek istiyorum.
Biraz da istatistik
Üç milyon sayısına nasıl ulaşıldığı pek anlaşılmıyor ama, o yıllarda 17-18 milyon seviyesinde olduğunu bildiğimiz toplam nüfus düşünüldüğünde bile bu sayı çok sınırlı. İstatistik temelli veriler yoluyla dinleyici sayının ne olabileceğine dair bazı ipuçları yakalayabiliriz. Neyse ki, istatistikler konusunda dergide birçok yazı var, iyi bir kaynak olarak kullanılabilir. Cemal Yorulmaz tarafından derginin farklı sayılarda yazılan yazılarda önemli veriler var ki bunlardan bazıları aktarmak istiyorum. Örneğin, diğer ülkelerle karşılaştırılarak verilen bir tabloda (Yurtta Radyo Artışı, Sayı 12, 15 Aralık 1942), 1940 Yılında farklı ülkelerde kişi başına düşen radyo cihazı sayısı şöyle sıralanıyor:
Neresinden bakarsanız bakın durumun hiç de parlak olmadığı aşikâr. Başyazıda orkestra şefinden, hamlesinden falan söz etmek, bir propaganda programı şekillendirmek kolay ama eldeki cihaz sayısı ne olacak? Sayılar ortada ve çok yetersiz. Yine de devletin radyo yayınları için verdiği tahsilatı artırmadığını da söyleyemeyiz, neticede genç cumhuriyetin çok kısıtlı bir bütçesi var, savaş yıllarında işsizlik ve yoksulluk dizboyu ve elden gelen ancak bu kadar. Yine, Cemal Yorulmaz'ın Malî Bakımdan Devlet Radyosu başlıklı yazısında (Sayı 11, 15 Kasım 1942) durum detaylarıyla gözler önüne serilmekte. Bu minvalde, 1937 Yılından itibaren bütçeden radyoya ayrılan tahsisat miktarlarına bakabiliriz.
Bu tablodan benim gördüğüm, ancak 1938 yılından sonra savaşın aynı zamanda bir propaganda savaşı olduğunun fark edilmesidir. Gelelim eldeki cihaz sayısına, bu kez Cemal Yorulmaz'ın yukarda söze edilen Yurtta Radyo Artışı yazısına tekrar bakmamız gerekiyor. Radyo sahipliği (ruhsatname) üzerinden elde edilen bu veri setinde, 1937 Yılı temel alındığında sahiden de cihaz sayısında ciddi bir artış olduğu anlaşılıyor.
Ama bence daha önemli olan sosyal istatistikler, yani cihazlara sahip olanlara dair sosyolojik (tahsil durumları, meslekleri, cihazların bulunduğu konum, teknik kapasiteleri gibi) veriler. Bu konuda, sözü edilen yazıda kapsamlı bir bölüm, detaylı tablolar, özetle çok önemli veriler var. Bu verilere yakından bakınca, radyo sahiplerine, bulundukları konumlara (şehir, köy, kurum, işlev gibi), hatta cihazların çekiş güçlerine dair önemli bilgilere haiz oluyoruz. Teknik ama önemli bir detay: O devrin radyolarında lamba sayısı arttıkça radyonun çekim gücü de artar. Ayrıca, radyonun akü ile çalıştığının belirtilmesi, şebeke elektriğinin olmadığı köylük, kırlık yerlere işaret eder ki bu radyoların da çekim gücü pek yüksek (daha az lambaya sahiptirler) değildir. Bir başka teknik detay tabii ki antenlere dair olabilir: radyonun güçlü olmasının yanı sıra iyi bir antene sahip olması da çekim açısından çok önemlidir ve bu ancak kamuya ait kurumlarda (iyi antenin kurulabilmesi için oldukça geniş bir alana ihtiyaç vardır) mümkün olabilir. Biraz uzun bir alıntı ama birçok bilgi (anlaşılır nedenlerle, antenlere dair bilgiler bulunmuyor) ihtiva ediyor.
İlk elde, radyoların çok büyük bir bölümün (yüzde doksan kadar) evlerde olduğu, geri kalanının ise kamuya açık mekânlarda (Halkevleri, Halkodaları, resmi daireler, askeriye, okullar, zirai kurumlar, dernekler, lokanta ve eğlence yerleri vs.) olduğu izlenimi ediniliyor. Ama acaba öyle mi? Örneğin, evlerde olduğu varsayılan cihazların yaklaşık altı bin adedi köylerde görünüyor ama bunlar gerçekten köy evlerinde mi, yoksa, muhtarlık ya da köy kahvelerinde mi, açıklanmıyor. Yine son paragrafa baktığımızda, bir başka ilginç ayrıntının altı özellikle çiziliyor. Evlerde olduğu varsayılan cihazlardan yaklaşık üç bin adedi "ecnebi tabiiyetinde" olanlardaymış. Konsolosluk personeli ya da Türkiye'de ikamet eden yabancılardan söz ediliyor olmalı ama rakam (üç bin) oldukça yüksek. Aynı tabloda, bin kadar radyonun akü ile çalıştığı da belirtiliyor, yani elektrik olmayan kırsal kesimde bulunuyor bu cihazlar ve yukarda sözünü ettiğim gibi çekim güçleri düşük olarak düşünülebilir. Çekim gücü meselesiyle ilintili olarak, bireysel olarak sahip olunan ve "evlerde" olduğu söylenen seksen bin kadar radyonun sadece yüzde altmış kadarı beş ya da altı lambalıymış. Böylece, Ankara'nın uzağında konumlanmış olan radyo cihazlarının, Ankara Radyosunu sağlıklı olarak çekebilmesi, dinlenebilmesi ihtimali de gitgide azalıyor.
Anlaşılan o ki, toplam dinleyici (Sarper, üç milyon olduğunu iddia ediyordu) sayısının en iyi ihtimalle ancak yarısı kadarı Ankara Radyosu'nu dinleyebiliyordu denebilir. Bu da yine en iyi ihtimalle, nüfusun sadece yüzde onuna tekabül ediyor. Çekim gücü yüksek (lamba sayısına göre) radyoların çoğu pahalı olduğundan ya kamuya açık mekânlarda bulunabilir ya da onlara almaya yetecek kadar parası olanlarda. İşin, bir de sınıfsallık boyutu var. Ruhsat sahibi olanlara dair tahsil durumu ve mesleki bilgiler sayesinde resim daha da netleştiriyor. Eğitime dair verilerde, ortaokul ve lise mezuniyetinin önemli olduğu hemen anlaşılıyor. Düşünsenize, meslek okulu, ortaokul, lise ve üniversite mezunlarının toplamı dinleyici sayısının yüzde yetmişine eşdeğer oluyor. Bu sefer bir sınıfsallıktan değil ama sosyolojik bir katmanlaşmadan ("kültür elitleri" demeyi tercih ederim) söz ediyoruz. Meslekler de ise iki grup hemen öne çıkıyor. Nispeten yüksek gelir grubuna dahil olduklarını varsayabileceğimiz "serbest" meslek sahipleri ki tabloyu hazırlayanlar sabit gelirli devlet memurlarını ve subayları bu tabloya dahil ediyorlar. Bir de, radyoyu müşteri çekebilmek için kullanma durumunda olan gazino ve lokanta sahipleri gibi işletmeciler öne çıkıyor. Günümüz ölçülerine göre, "sıradan" dinleyici diyebileceğimiz dinleyiciler nerede diye sorarsınız, toplamın ancak yüzde onbeşini oluşturan "emekli" ve muayyen mesleği olmayanları (herhâlde hâli vakti yerindeki bir radyo alabilmiş) işaret edebilirim. Bu grubun sayısı onüç bin kadar.
Ankara İstanbul çekişmesi
Peki, şehirlerde durum nedir? Yine şanslıyız ki, Cemal Yorulmaz, neredeyse bütün büyük şehirleri (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Antalya) içeren kapsamlı verileri derginin ilk cildinin (1941-42) farklı sayılarındaki yazılarında anlatıyor. Bu yazı çerçevesinde sadece İstanbul ve Ankara'ya bakıp karşılaştırmak, o bildik "resmî" ve "gayri resmî" kültür merkezi tartışmalarına bir başka veri seti sağlamak istiyorum. İlk olarak İstanbul'dan başlayalım. Tüm ülkedeki toplam radyo cihazı sayısını yüzbin civarında kabul edersek bunlardan yaklaşık yüzde otuzu bu şehirde. Okuyalım.
Gerçekten çok detaylı bir veri seti, mahalleler, radyo cihaz tipleri, dinleyici profilleri, meslekler, tahsil durumları, ne ararsanız var. İlk bakışta, Beyoğlu ilçesinin açık ara önde olduğu görülüyor ki bu temel veriden bile radyo sahibiyetinde ticaret erbabının, lokanta, otel ve eğlence mekânlarının ve tabii ki gayrimüslim ve ecnebi (yabancı tabiiyet diye sözü edilen) nüfusun önemi ortaya çıkıyor. Bu arada, 1954 Yılına kadar Şişli, Beyoğlu Belediyesine bağlı bir bucaktır ve ancak o yıl bir belediye olarak Beyoğlu'ndan ayrılır, yeni bir belediye olarak kurulur. Bir başka ilginç gözlem ise, küçücük Adalar ilçesindeki 690 olan cihaz sayısının neredeyse Sarıyer ile aynı olması ve hatta, bir işçi semti olmasıyla tanınan (kundura ve cam fabrikaları) Beykoz'dan daha fazla olması olabilir. İçimdeki akademisyen bu veri setiyle ne tezler, ne makaleler yazılır diyor. Genç akademisyen arkadaşların dikkatine sunuyorum.
Ya Ankara, ülkenin kalbi, başşehri? Burada çok daha geniş bir coğrafya, henüz elektrik gitmeyen ilçeler, yetersiz altyapısıyla köyler, kasabalar öne çıkıyor. Belli ki, şehir merkezinde çok ciddi oranda radyo varken, ilçelerde durum hiç de öyle değil. Ankara'ya dair olan yazıya bakalım.
İlginçtir, ilk paragraftan yazının sonuna kadar bitmez tükenmez bir "ikna" çabası var. Ankara'daki radyo cihazı sayısının İstanbul'undakilerin üçte biri seviyesinde olmasını, birçok farklı gerekçeyle açıklamaya çalışılıyor. Ara başlıkta da belirttiğim gibi, bu Ankara-İstanbul gerilimi Cumhuriyet döneminin bir türlü bitmeyecek bir çekişme alanıdır ve hâlen de biteceğe benzemiyor. Yazıya dönecek olursak, neyse ki bazı konularda Ankara tabii ki öndedir ve böylece içimize serin sular serpilir. Örnek verelim. Dinleyiciler bahsinde, Ankaralılar daha okumuş, ortaokul, lise ne kelime, tabii ki yüksek tahsillidir! Yazıdan alıntı yapıyorum: "Ankara'daki 10412 radyo makinasından 3616'sının sahibi yüksek tahsil görmüştür. Bunların da 3470 gibi pek mühim bir ekseriyeti merkez kaza içindedir". Yani, yüksek dereceli devlet memurları, subay kategorisindeki askerler, özetle devlet erkânı Ankara'nın merkezindedir. Başka ne olabilirdi ki zaten? Bu çekişmenin pek biteceği yok ama bu yazı serisinin bu kısmı burada sonlanıyor. Haftaya son yazıyı yazarak Radyo Mecmuasının ilk cildine dair yazıları tamamlamayacağım.