11 Ekim 2020

Fatih portresi nasıl sergilenmeliydi?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Haziran ayında Christie's Müzayede Evi'nin Londra'daki açık artırmasında, Gentile Bellini'nin atölyesinde resmedilmiş olan Fatih Sultan Mehmet portresini satın alması bir hayli heyecan yaratmıştı. Bu önemli eserin izleyiciyle nasıl buluşacağı da merak konusuydu. Eserin etrafında kurgulanan "Fatih'in Rönesansı" başlıklı sergi, 6 Ekim'de açıldı. Ne var ki, aceleye geldiği belli olan bu sergi, bu önemli portrenin İstanbul'a getirilişinin yarattığı dinamizmi devam ettirmekten, yaratılabilecek kültürel, sosyolojik ve bilimsel diyalog zeminlerini oluşturmaktan bir hayli uzak

Geçtiğimiz Haziran ayında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin, Christie's Müzayede Evi'nin Londra'daki açık artırmasında Gentile Bellini'nin atölyesinde resmedilmiş olan Fatih Sultan Mehmet tablosunu satın alması çokça ses getirmiş, bu haber üzerine epey konuşulmuştu. İtalyan Rönesansı'nın önemli ressamlarından, Venedikli Gentile Bellini'nin, 1478 yılında İstanbul'a gelip uzun süre sarayda kaldığını biliyoruz. Gerek bu ziyaretin gerekse portrenin ortaya çıkmasındaki başlıca unsur, kuşkusuz II. Mehmet'in döneminin kültürel gelişmelerini takip eden, sanata, edebiyata, felsefeye meraklı, entelektüel açıdan zamanın ruhunu yakalamış bir figür olması. 

II. Mehmet'in, Venedik Cumhuriyeti'ne yazdığı mektupla bir müddet sarayda kalacak ve kendisinin portresini yapacak bir ressam göndermelerini istemesi üzerine, Venedik'ten kentin en iyi ressamı olarak gönderilen Bellini, İstanbul'da Fatih'in sarayında 16 ay geçirmiştir. Bu dönem boyunca pek çok eskiz çalışan ressam Venedik'e döndükten sonra, atölyesinde bu portrenin ortaya çıkmış olduğu tahmin ediliyor. Eser, 1959 Basel'de bir evde bulunduğunda, arkasında İtalyanca "II. Mehmet ve Şehzadesi" yazmakta olduğunu biliyoruz. Ancak Şehzade Mustafa'nın o dönemde hayatını çoktan kaybetmiş olması, Şehzade Bayezid'in Amasya'da, Cem Sultan'ınsa Karaman'da olması nedeniyle ikinci figürün kim olduğu konusu netlik kazanamamış. Portrenin bulunmasının ardından, üzerine en çok çalışan sanat tarihçilerden olan Franz Babinger'in tezi, bu figürün Cem Sultan olduğu yönündedir ancak sanat tarihçi Semavi Eyice, 1973 tarihli makalesinde figürün, Cem Sultan'ın yüz hatlarına hiçbir benzerlik taşımadığına dikkat çeker. Bu gizemli figürün bir diplomat ya da tüccar olması da ihtimaller arasındadır. Yine de günümüzde en yaygın kanı, II. Mehmet'in yanındaki kişinin Cem Sultan olduğudur.

Eserin İBB tarafından satın alınmasının Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun şahsî fikri olması, müzayededen haberdar olduğu anda bu resmi satın almaya karar vermesi ve eseri İstanbul'a getirmesi bence bu hikâyenin en güzel yanı, zira bu satın almanın beraberinde pek çok önemli konuyu da gündeme getirdiğine inanıyorum. Gentile Bellini'nin atölyesinden çıkan bu Rönesans resminin bir açık artırmada alınmasının, Neo-Osmanlıcılığın gitgide arttığı günümüzde, içi boşaltılarak ağızlara pelesenk edilmiş olan "ecdad" kavramına bambaşka bir açıdan bakıp, II. Mehmet'in zamanının kültürel ve sanatsal değerlerine hâkimiyetinin, bildiği dillerin, dünyada olup bitenden -yaşadığı zamanın tüm imkansızlıklarına rağmen- nasıl haberdar olduğunun, bir Rönesans ressamını sarayına davet ederek adeta Avrupa saray ressamı geleneğine yakın bir şekilde bir müddet sarayında kalmasını isteyecek ve portresinin yaptıracak denli yüzünü Batı medeniyetine dönmüş bir figür olduğunun altını çizmek adına son derece önemli bir hamle olduğu kanısındayım.

Yine Fatih portresi sayesinde bugün hatırlanabilecek diğer konuların da, fethi asırlar önce, çoktan gerçekleşmiş olan toprakların kimi zihinlerde her gün yeniden, yeniden fethedildiği bu kentte, II. Mehmet'in Bizans kültürüne ve mimarisine duyduğu saygısı ve korumacı tavrı, çoğunlukçu yaklaşımı -ve evet yine tekrarlayacağım- nasıl dört başı mamur bir entelektüel olarak, dünyanın merkezi kabul edilen kenti himayesi altına aldıktan sonra dahi öğrenmekten vazgeçmemesi olduğunu düşünüyorum.

Haziran ayındaki yoğun gündemin ardından, eserin 26 Ağustos 2020'de gümrük işlemleri tamamlanarak İBB koleksiyonuna katıldığını ve eserin dinlendirilmesi için Saraçhane binasında özel olarak hazırlanan, güvenlikli ve iklimlendirmeli bir depo alanı oluşturulduğunu biliyoruz. Bunlar olurken bir yandan da eserin nasıl, nerede ve hangi bağlamda sergileneceği tartışmaları devam ediyordu. Pek çok kişi gibi benim de esas merak ettiğim, tablonun izleyiciyle nasıl buluşturulacağı ve etrafında nasıl bir diyalog zemini inşa edileceğiydi.

Çok geçmeden eserin etrafında bir sergi kurgulandığını öğrendik. 5 Ekim'de öngösterimine katıldığım "Fatih'in Rönesansı" başlıklı bu sergi, 6 Ekim tarihinden itibaren İstanbulluların ziyaretine açıldı. Öngösterim esnasında Ekrem İmamoğlu'nun esere dair kendisine yöneltilen tüm soruları detaylı bir şekilde yanıtladığında; karşımda dersine iyi çalışmış bir belediye başkanı kadar, sanatı da içtenlikle seven bir birey gördüm. İmamoğlu, eserdeki ikinci figürün kimliği konusunda bir konsensus oluşmadığının da farkında, bununla birlikte yaygın kanı paralelinde, figürün Cem Sultan olduğunu düşünüyor. Nitekim sergi de böyle kurgulanmış. Eseri İstanbullularla buluşturmak için 6 Ekim tarihinin seçilmesi tabii ki bir tesadüf değil. Ancak İstanbul'un işgalden kurtuluşu gibi önemli bir tarihe denk getirilmesi fikrinin, beraberinde aceleye getirilmiş bir sergiyi de taşımış olduğunu düşünüyorum.

"Fatih'in Rönesansı", İBB'nin Saraçhane'deki binasında yer alan sergi salonunda gerçekleşiyor. Prof. Dr. Nurhan Atasoy küratörlüğünde hazırlanmış olan sergide eserin 540 yıllık tarihçesinin, alanında uzman kişilerin görüşlerine de yer vererek incelendiği bir video mevcut. Bunun dışında, döneme ait üç ayrı sikke de yer alıyor. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'da 1476 yılında darp ettirdiği ilk altın para, Cem Sultan'ın 22 günlük kısa taht sürecinde bastırdığı sikke ve Osmanlı "sahh" damgalı Venedik sikkesi. Sergide, video ve sikkeler dışında Fatih'in vizyonerliği ve Rönesans'ı nasıl takip ettiğine dair bilgi panoları da mevcut.

İBB'nin Bellini atölyesinden çıkan bu eseri satın almasını son derece stratejik ve önemli bir hamle olarak gördüğümün tekrar altını çizdikten sonra, bu eserin halkla buluşması için kurgulanan serginin neden yeterli olmadığından bahsetmek istiyorum: Sergideki en doğru şey, Fatih portresinin sergilenme yöntemi ve ışığı. Bunun dışındaysa, sergi tasarımı ve içeriği, ne yazık ki barındırdığı iddialı eserle aynı eksende bile değil. Hatta üzülerek, amatör bir üniversite sergisi tadı bıraktığını söylemek durumundayım. Salonun genel ışıklandırmasından, bilgi panolarındaki yazım yanlışlarına dek, aceleye getirildiği belli olan bir sergi var karşımızda. Çok daha iddialı ve güncel bir kürasyonla yaklaşarak bu stratejinin devamı getirilebilirdi. Birazdan diğer önerilerimi yazacağım ancak bu sergi özelinde dahi daha iyisi olabilirdi. Örneğin, eser etrafında şimdiye dek yapılmış olan araştırmalardan, yazılan makalelerden oluşan bir katalog basılabilirdi, sergi için daha özenli bir tasarım dili ve pazarlama stratejisi oluşturmak da mümkündü...

Yazının başlarında Ekrem İmamoğlu'nun müzayededen haberdar olduğu anda bu resmi satın almaya karar vermesinin bu hikâyenin en güzel yanı olduğunu yazmıştım. Devamının da aynı eksende ilerlemesi tabii ki artık Sayın İmamoğlu'nun değil, ilgili yöneticilerin ve proje ekibinin sorumluluğundadır. Sergiyi 6 Ekim'e denk getirme hedefinin yarattığı zaman kısıtlaması dışında, yaşamakta olduğumuz pandemi sürecinin de zorlaştırıcı bir faktör oluşunu göz ardı ediyor değilim ama gerekiyorsa bekleyip en doğru hamleyi ilerleyen bir zamanda yapmak da mümkündü. Peki doğru hamle ya da hamleler neler olabilirdi?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu eseri satın alarak bir sosyo-kültürel mesaj vermiştir. Devamında atılacak adımlar da bu mesajı güçlendirecek şekilde ilerlemeliydi. Örneğin Fatih Sultan Mehmet'in bir Rönesans insanı oluşunun ve kentin çokkültürlü yapısının altı daha çok çizilerek bunun etrafında bir diyalog zemini yaratılabilir, sergi bu eksende genişletilebilir ve bu konuda bilimsel tartışmalar düzenlenebilir, yayınlar oluşturulabilirdi. İstanbul'a bir "kent müzesi" kazandırmak için yola çıkılabilir, bu müzede salt Osmanlı dönemine değil, kentte yaşamış tüm kültürlere yer verilerek İstanbulluları kentin belleğiyle buluşturmak hedeflenebilirdi. Eserin İBB Koleksiyonu'na katıldığı açıklandı ancak bu koleksiyona dair pek bir fikrimiz yok. Bu satın almayı bir fırsat bilerek, koleksiyon bizlere tanıtılabilir, güncellenebilir, yeni başlatılıyorsa da İstanbul odaklı dinamik bir koleksiyon oluşturulabilir, günümüz sanatına da destek olacak bir alan açılabilirdi. Portrenin Venedik'te yapılması ve Bellini'nin Venedikli bir ressam olması sebebiyle İstanbul-Venedik arası bir kültürel hat oluşturup iki kent arasında uluslararası ortak projeler geliştirilebilirdi... Tabii ki bunların hiçbiri için geç değil; umuyorum ki Ekrem İmamoğlu ve ilgili profesyonel ekip, en yakın zamanda, Bellini atölyesinden çıkan bu güzel Rönesans resmini İstanbul'a getirme kararlarının devamını da, aynı dinamik ve öncü tavırla getireceklerdir.

Yazarın Diğer Yazıları

Hüseyin Çağlayan ve perpetuum mobile

İstanbul’da uzun süre sonra bir Hüseyin Çağlayan sergisi gerçekleşiyor. Sanatçının Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki solo sergisi Souffleur, Çağlayan’ın multidisipliner tavrını tasdikli yaratıcılığıyla buluşturduğu bir alan. Hüseyin Çağlayan, zamanlar, mekânlar ve kimlikler üstü pratiğinde bir “perpetuum mobile” haliyle yol alırken Souffleur, bu harekete izleyicinin tanıklığını da katan bir arayüz oluyor. Çağlayan, bu arayüzle tüm denk gelişleri, karşılaşmaları ve ortak fikirleri bünyesine katıp sonsuz devinimine devam ediyor

12. Berlin Bienali: Dekolonyal sorular

Bu yaz Berlin'de Kader Attia küratörlüğünde gerçekleşen 12. Berlin Bienali, "Still Present!" olarak belirlenen kavramsal çerçevesiyle Batı'nın kolonyal tarihiyle -bir nevi- hesaplaşmasına katkıda bulunmak, dekolonyalizme dair sorular üretmek üzere yola çıkmış. Bienalin, yan etkinlikleri ve izleyiciyi süreçlere dahil eden çok katmanlı yapısıyla Berlin'in bitimsiz devinimine uygun bir yapı kurmayı başardığı söylenebilir

Shirin Neshat'ın rüyalar ülkesi

Pratiği ağırlıkla kendi köklerinden temellenen Shirin Neshat yeni projesi Land of Dreams’de bu kez bakışını, uzun süredir yaşamakta olduğu Amerika’ya çevirmiş. Rüya kavramına odaklanarak portre fotoğrafları, video çalışmaları ve bir uzun metraj filmi otobiyografik izler taşıyan görünmez iplerle birbirine bağlayan sanatçı, farklı disiplinleri aynı proje altında buluşturarak ayrı ayrı izlenebilen, yani tek başlarına birer bütün olan ama birlikte / art arda incelendiğinde de daha büyük bir örüntüyü meydana getiren bir eserler bütünü yaratıyor. Dirimart’ta devam etmekte olan Land of Dreams, izleyicisine rüyalar, siyaset, bireysel ve kolektif bilinçdışı üzerine düşünmek için elverişli bir alan açıyor

"
"