Yıllar önce 1990’larda Cezayir 150-200 bin kişinin canına mal olan dehşet verici bir şiddetin patladığı İç Savaş yaşarken Dünya Bankası’nda bu ülkeyle ilgilenen uzman bir arkadaşım temasta olduğu bürokratların, teknokratların ne kadar nitelikli olduğundan bahsederdi. Cezayir’de aynı dönemin bir bölümünde görev yapmış emekli diplomat Aydın Selcen de bu ülkenin insan kaynaklarının ne denli zengin olduğunu kendi gözlemlerine dayanarak söyler.
Cezayir bağımsızlık mücadelesi sömürgecilik döneminin bittiği İkinci Savaş sonrası dönemin en önemli örneklerinden birisiydi. Fransa’nın kendi toprağı olarak gördüğü bu ülkeyi bırakmamak için başvurduğu şiddet kadar Ulusal Özgürlük Cephesi’nin (FLN) şiddeti de küçümsenmeyecek boyutlardaydı. Bağımsızlık savaşı aynı zamanda Cezayir içindeki farklı siyasi gruplar arasında bir savaşı da içerecekti. 1962 yılında, Fransa’yı darbelerin eşiğine getiren ve ancak General de Gaulle’ün tarihi şahsiyetinin ağırlığı sayesinde bitirilebilen savaşın sonunda 400 bin ile 1 milyon arasında kişinin öldüğü tahmin ediliyor.
Cezayir Bağımsızlık mücadelesinin dünya kamuoyunun bilincine yerleşmiş imgeleri ise 1965’te İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun ”Cezayir Savaşı” filminden çıkmıştır. Kurgu olduğu halde bir belgesel şeklinde çekilen filmin bakış açısı, kesinlikle FLN tarafındandır, ancak buna rağmen savaşın yapılışı hakkında, ahlaki soruları da gündeme taşır.
Bağımsızlıktan oligarşik yönetime...
Uzun yıllar boyunca FLN yönetimindeki Cezayir bu kanlı bağımsızlık mücadelesinin kendisine sağladığı meşruiyeti dünya sahnesinde de kullanmıştır. Ne var ki pek çok başka örnekte de görüldüğü gibi başkaldıran ve bağımsızlığı elde eden kadro, iktidarı ele geçirdikten sonra müthiş oligarşik bir yönetim kurmuş, yıllar geçtikçe çürüme tüm bünyeye sirayet etmiş, rejim yalnızca kendisi için var olan bir sömürücü haline dönüşmüştü.
Bu çürümeye yönelik ilk tepkiler 1980’li yılların sonunda gelmeye başladı. Bağımsızlık Savaşının en önde gelen ismi Ahmed Ben Bella’yı deviren Huari Bumedyen’in ölümünden sonra yerine geçen Sazli ben Cedid rakipsiz girdiği 1988 seçimlerinden sonra ülkede çok partili bir rejimin kapısını araladı. Ülkede o yıl patlayan yaygın toplumsal başkaldırı ve gösteriler bu adımın atılmasına yol açtı. Bu dönemde kurulan ve gücünü olayların yatışmasındaki rolüyle kanıtlayan FİS (İslami Selamet Cephesi) 1990’da ilk kez girdiği yerel seçimlerde büyük bir başarı elde etti. FİS’in 1991’deki genel seçimlerde çoğunluğu elde edeceği daha ilk turdan belli olunca, ordu ikinci turdan önce yönetime el koydu. Kısa sürede ben Cedid’i göz hapsine aldı.
İslamcı şiddetin yükselişi ve yok edilişi
Afganistan’dan gelen mücahitlerin de katkısıyla bu darbenin ardından Cezayir İslamcılığı içindeki azılı şiddet müptelası radikaller Silahlı İslamcı Grup (GIA) ön plana çıktı ve darbe ardından patlayan iç savaşta tasavvuru zor şiddet olaylarına tanıklık edildi. İslamcıların doktriner yaklaşımından ve şiddetinden ürken, dehşete kapılan kentli eğitimli sınıflar ister istemez rejimin yanında yer aldılar. Yaklaşık yedi yıllık cinnetin ardından iç savaş yatışmaya başladı ve 2002 yılında da büyük ölçüde sona erdi. GIA yok edildi.
Rejim, iç savaş bittikten sonra dahi kendisini yenilemek, oligarşik yapıyı değiştirmek, çoğunluğu genç bir nüfusun taleplerine cevap vermek kaygısını taşımadı. Beşinci kez Cumhurbaşkanlığına aday gösterilen, yaşayan ölü konumundaki, geçirdiği kalp krizinden sonra yedi yıldır tekerlekli sandalyede hareket eden ve konuşamayan Abdülaziz Buteflika aslında rejimin cuk oturan bir simgesi sayılabilir.
"Artık yeter" diyen kentli orta sınıf
Yirmi yıldır iç savaşın anıları nedeniyle tükenmiş bir rejimin baskısını, kötü yönetimini kendisiyle alay eder gibi seçtirdiği Cumhurbaşkanını sineye çeken Cezayir toplumu, bu sefer isyan bayrağını çekti. İç Savaş travması belli ki artık etkisini yitirdi. Genç, dinamik, dünyayla bağı güçlü ancak giderek ülkesinden göç etmeye daha fazla meyilli bir toplum, tıpkı sekiz yıl önce Arap başkaldırıları döneminde olduğu gibi “yeter artık” dedi.
Cezayir’deki isyanın bir önemi ise başı çekenlerin kentli, orta sınıf ve laik kesimleri daha fazla temsil ediyor oluşları. İç savaşta cihadcılıkla hesabını gören bir toplum ne devrim rantiyelerinin ne de İslamcı hülyaların kendisine sunduğuna artık rıza göstermek istemiyor gibi.
Muhtemelen rejimin kendi içindeki farklılıklardan kaynaklanan bir yenilikçi kanadın varlığı da bu toplumsal gösterilerin yaygınlaşabilmesini, aşırı şiddetle bastırılmamasını sağladı. Bundan sonrasının ne olacağını ise zaman gösterecektir. Özellikle Fransa’nın alacağı tutum, olayların akışında hayli belirleyici olabilir.
Cezayir’deki mutlu, aydınlık, umut dolu direnişten çıkarılabilecek bir mesaj da olabilir. Dünyanın her yerinde birçoğu da seçimle işbaşına gelmiş otoriter rejimlerin karanlığının ülkelerin üzerine çöktüğü bir dönemde toplumlar eskiden olduğu gibi uzun süre rahat durmuyorlar. Yavaş yavaş yeni bir direniş dalgası ufukta gözüküyor. ABD ara seçimleri, Avrupa’da en otoriter ülkelerde ya da Fransa’da kendisini gösteren itiraz hareketleri, gösteriler, toplumların hayatiyetlerini tümden kaybetmediklerini de gösteriyor.
Cezayir böylesi bir haraketliliğin kendisinden beklendiği bir ülke değildi. Belki de tam bu nedenle Cezayir’deki olaylar o ülkenin sınırlarının ötesinde bir anlam da taşıyabilir.