Uzun zaman oldu yazmayalı. Mevsimler değişti ama memleket yine bildiğim kadar. Bir arpa boyu yol alamamış zaman, bir gıdım iyilik kazanamamış hayat. Her gün, zaman ve hayat arasında koşturarak, kaygıyla rüyaya dalmaya çalışıyoruz. Her sabah, fiziken ve ruhen karanlığa uyanıyoruz. Sanki hiç kimse görmeyecek gibi faili belli seri cinayetler işleniyor. Anayasanın yeniden yazılması gündemdeyken adaletten tarafa bakmak yerine “Vatan, Millet, Sakarya” naraları atılıyor. En temel insan hakları satılığa çıkarılıyor. Mal fetişizminin insani olan her şeyi, tarihin en yıkıcı köle tanrısı olan parayla an be an değiştirdiğine tanık oluyoruz. Sağlık sisteminde önü açılan özelleştirmeler anne ve babaların doğmamış umutlarını yok ediyor. Adalet sisteminde liyakat paçalarına kadar ıslanmış durumdayken adam kayırma ve rüşvet alenen arşa çıkıyor. Herkes her şeyi izliyor.
Koca ülke kötü bir televizyon kanalının içine sıkışmış durumda. Üçüncü sayfa gazete kağıtları tüm bedenimizi sarıp sarmalamış. Okuduğumuz ya da izlediğimiz olayların gerçek olmadığını düşünüyoruz. Sanki her şey kurmaca! Kötü bir televizyon dizisi izliyoruz. Bu senaryo daha ne kadar kötüye gidebilir derken şaşırma duygumuzu yitiriyoruz, acı eşiğimiz yükseliyor. Kötülük daha ne kadar artabilir diye sorgularken karanlığın daha da koyulaşacağına ikna oluyoruz. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Önce herkes, tıpkı bir gazeteci gibi, yaşanılan olayları gündeme getirmeye ve toplumsal duyarlılığı arttırmaya çalışıyor. Sonra pür dikkat Müge Anlı izlermiş gibi yaşanılanları izliyor, faili arıyor, katili bulmak istiyor. En yoksulundan, en zenginine merak içerisindeki herkes hep aynı soruları soruyor. Sorular hep polisiye! Sanırım merak duygusu sınıfsal değil çünkü sorulan sorular sadece “merakla beklenen olaylar dizisini” çözebilmekle yetiniyor. Sanırsın ki fail üç beş kişi ve yakalansa her şey son bulacak. Keşke! Narin’i buluyoruz, Rojin kayboluyor. İkbal’i katlediliyor, Aslıhan ölüyor. Yenidoğan çetesi tutuklansa, Polatlar serbest kalıyor. Niğde’yi durdursak, Gebze’de köpekler katlediliyor. Adını duyurabildiğimiz failler belki yakalanıyor ama ne çare! Cezaevine giren, takım elbisesini giyip, saçlarını tarayıp pişmanlıktan yararlanıyor. Bazıları takım elbise bile giymeden “adaleti görerek” dışarı çıkıyor.
Peki biz ne yapacağız bu karanlık günlerde. Nasıl nefes alacağız, nasıl uyuyacağız? Biliyoruz ki bu karanlık günlerde yaşamak, sadece tanıklığın değil gerçeğe karşı sorumluluğun ve taraf olmanın da bilinci. Biliyoruz ki bizi bu karanlıktan ancak karanlığı görenler ve karanlıkta görenler kurtarabilir. Şimdi herkes şapkasını önüne almalı. Karanlıkta görebilmek için seyretmek yerine kendince taraf olmalı, hünerince sorumluluk almalı. Değişmez doğru zannedilen yalanı teşhir etmeli, kendi adına düzenle yapılmış zorunlu mukaveleleri yırtıp atmalı. Şiddete uğrayanların, susanların, konuşamayanların sesi olmalı. Yaralılarını sarmalı, düşenlerini kaldırmalı, ölenlerini gömmeli. Madencilerle çıplak ayakla yürümeli, Cumartesi Anneleri’nin sokağına uğramalı, Açık Radyo’yu kapattırmamalı. Ama her şeyden önce kendi mütevazı hayatında adaletli olmalı. Sonra da bu karanlığı yaratanları ve yaşatanları işaret parmağıyla göstermeli, kral çıplak demeli.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
Doğru yerlere bakıp, doğru soruları sormanın vakti geldi de geçiyor. Bizi içerisine sıkıştırdıkları bu kötü televizyon dizisini yayımlayanlar? Bu filmin çekilmesine izin verenler? Bu yaşanılanların sorumluları? Acının pornografisini bize izletenler? Bu televizyon kanalını ya da bu kara parçasını yönetenler? Üç beş faili cezalandırmayarak sayılarını arttıranlar? Cezasızlık ile kötülüğü cesaretlendirenler? Meşruiyetini yitirme pahasına koltuk sevdasına kapılanlar? Para için adalete değer biçenler? Yasaları hem yazıp hem uygulamayanlar? Bu karanlık günleri yaratanlar? Karanlığın tonunu arttıranlar? Utanma duygusunu yitirenler?... Sanki bütün soru işaretleri aynı yerde cevap buluyor: Devlet.
“Bir hamamböceği öldürürsen kahraman, bir kelebeği öldürürsen şeytansın. Ahlakın estetik standartları vardır.” der Nietzsche. Ama bu nedenle Justitia’nın gözleri bağlıdır. Kararlar ahlakın eline bırakılmamış kitaplar yazılmış, hukuk yaratılmış, devletler kurulmuştur. Meselemiz bu düzenle ve bu düzenin devamlılığını sağlayan devletle. Eskiden devlet dediğimiz şey iktidardan bağımsız olarak algılanırdı şimdi sanırım kelimeler eş anlamlı. Neyse. Ama devlet dediğimiz şey önce yaşatır sonra yaşar. Şeyh Edebali’nin dediği ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanında tekrar ettiği cümleyi herkese yeniden hatırlatalım: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Yoksa devleti yıkalım yerine sinema yapalım. Eğer sadece merak edeceksek, sessizce izleyeceksek hep birlikte oturup seyredelim olup biteni. Ne gerek var o zaman, olmaya devlet cihanda!
Tufan Taştan kimdir?
Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin (2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir.
|