Bir varmış, bir yokmuş… Doğunun batısında, beş denizin ortasında adı ezbere bilinen bir ülke varmış. Bin yıldır aynı coğrafyada, yüz yıldır aynı bayrak altında hüküm sürermiş. Krallar, padişahlar, başbakanlar görmüş. Kâh düşmüş kâh kalmış gelmiş bu yaşına... Yıllar içinde ülkenin üzerine kocaman bir karanlık çökmüş. Göz gözü görmez, söz sözü işitmez olmuş... Muktedirler ülkeyi öyle bir hale getirmiş ki, kurucu liderin resmini taşıyan kâğıtlar, hayatları satın almaya başlamış. Daha çok kâğıt hırsı doğmamış çocukları öldürmüş, sular seller binaları taşımış, zelzeleler şehirleri yıkmış, yangınlar karanlığı sarıp sarmalamış... Kalın kalın kitapları, renk renk televizyonları, sayfa sayfa gazeteleri varmış, varmış da kendine kadarmış sahiplerinin. Susmuş herkes... Bir süre sonra o coğrafyadaki toprağın rengi değişmiş. Kalanlar, ölenlerin üzerine basmadan geçemez olmuş…
Bir gün bu karanlığın ortasında nefes almaya çalışan usta bir ressam, çizdiği pilli fenerin düğmesine basmış, etrafında yaşanılanları görmüş. Ötekini dürtmüş, berikini uyandırmış. Baksanıza demiş herkes ölüyor. Görmüyor musunuz? Duymuyor musunuz? Herkes susmuş… Ressama demişler ki sus. Konuşmak yasak! Ressamın ağzı bağlanmış, dudakları dikilmiş ama elleri durmamış. Demiş ki o vakit bu topraklarda yaşanılanların resmini çizeceğim... Ressam, öyle bir resim çizmeye başlamış ki resmettikleri şövalelere, tuvallere, resim kâğıtlarına sığmamış. Resim büyümüş de büyümüş bütün ülkeyi sarıp sarmalamış. Ülke gözükmez olmuş resimden. Resim mi gerçek, ülke mi sorusu cevabını yitirmiş…
Masal ölüyor!
Bu ülkede anlatılan her masalın sonunda olması gerektiği gibi ressam tutuklanmış ama masal bitmemiş…
Masal bu ya, ressam, Soma’da toprağın yedi kat altında kalan işçilerin avukatı Selçuk Kozağaçlı mı? Aladağ’da yurt yangınında ölen kız çocuklarının avukatı Can Atalay mı? Yok sayılmaya mahkûm edilen milyonların seçilmiş avukatı Selahattin Demirtaş mı? Kartalkaya’da tatildeyken yananların henüz tutuklanmamış avukatı mı? Ya da tutsak edilmiş adını duymadığımız, gözlerini görmediğimiz, sesini işitmediğimiz bir ressam mı bilinmez...
Şair Hüseyin Kaytan’ın Dağ Divanı’nda söylediği gibi “Masal gerçekten üstündür, yanıldığını daha başlangıçta söyler.” Peki en baştan yanılgısını saklayan gerçek? Bugün ülkemizde yaşanılanlar, sorumlusu bulunmayan olaylar, utanma duygusunu kaybeden, görevden affını istemeyen yetkililer, rant uğruna sayıları artan ihmaller, denetimsizlikle git gide katlanan ölümler!
Biliyorsunuz değil mi hep tanımadığınız insanlar ölmeyecek!
Biz ölüyoruz!
Depremde ölüyoruz,
Trende ölüyoruz,
Asansör düşünce ölüyoruz!
Trafikte ölüyoruz,
İnşaatta ölüyoruz,
Surlardan atılıp ölüyoruz!
Yurtlarda ölüyoruz,
Madende ölüyoruz,
Köyde kaybolup ölüyoruz!
Hastanede ölüyoruz,
Doğmadan ölüyoruz,
Panzerin altında ölüyoruz!
Sokakta ölüyoruz,
Piknikte ölüyoruz,
Tatildeyken ölüyoruz!
Ama herkes biliyor ki önlenebilir her ölüm cinayettir. Sonuçta devlet var başımızda!
Hakikat ölüyor!
Gerçeğin masaldan üstün olması için en baştan yanıldığını söylemesi gerek.
Bütün televizyon, gazete ve medya kuruluşlarına bir çağrıdır bu. Henüz yayın yasağı getirilmeden kalanları anlatmaya başlayın. Henüz diri diri yakılmayanların, sokakta vurulmayanların, toprağa gömülmeyenlerin, bu yaşananlara ses çıkarttıkları için tutuklanmayanların yani kısaca dışarıda kalanların, ölmeyenlerin haberini yapmaya başlayın!
Başımız sağ olmadan yapılsın kalanların haberi…
Tufan Taştan kimdir?
Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin (2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir.
|