Yeraltı, yerüstünün ideolojik sınırıdır; bilincin, "hakikatin", "değerler" alanının dışı... Pekâlâ ama, yeraltını böyle mimliyorsa, simgesel/toplumsal dünyanın bağrındaki büyük çelişkiyi açıklayacak güç ne olabilir acaba? Cevabı bulmak değil, vermek zordur. Zira yalanın ahlaki inkârı bir hakikat değildir, tam aksine bu inkârın bizatihi kendisi asli yalandır. Velhasıl yalanın reddi yalandır. Gelgelelim, yerüstünde bu durumu fark etmek neredeyse imkansızdır, çünkü egemen olan, sanılanın aksine, görünmez olandır. Sahici olmayan, gücünü yaygınlığından alır. Öyleyse yerüstü bilincin beslediği mecradır. Haliyle bilinçli insan, ortama ayak uyduran ahlaki bir kurgu -Dostoyevski bunu "soyut insan" olarak yazar- olup çıkar. Asıl yalan, kendini saklama imkanını kendi içinde taşıyandır. Aklın hesap defterini iyi kullanmayı becermeyen yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmaz.
Yerüstüne notlar
Bundandır ki yeraltına inmek, simgesel/toplumsal dünyada olup-bitenden usanmış kişinin işidir. Utancından yerin dibine girmek değil, yerüstüne ayak uydurmaktan utanmak… Gelgelelim bu tavır sıradan bir kaçış olarak görülemez. Daha fazla şeye işaret eder, çünkü hakikat taşır. Bu, saklanarak hakikati söylemek anlamına gelmez, dışarıda mevzilenerek, içeride görünmez olanı görünür kılmaktır. Hakikatli sözü, ortama sindiği için görünmezlik zırhına bürünmüş sahtenin mecrasında konum alarak telaffuz etmek bir işe yaramaz. Sahte ciddiyet, sahteyi ciddiye aldıran bir pozdur. Yerüstünün diliyle konuşan yerüstüne bulaşmıştır; yaptıklarındaki açığı göremez, çünkü zaten meşru gördüğünü yapmıştır. Rezil olana radikal bir şekilde karşı olduğuna dair bir görünümle, yani rezilliği tanımlayan bir ahlakla rezaletin ta kendisi olmak…
Haliyle yeraltında yazılan her not, yerüstünü görünür kılar. Bu, dışarıda konumlanarak içeriyi içeriye yansıtmaktır. Yeraltı insanı görünmez olmaya çalışmaz, çünkü zaten kendine göründüğü için oradadır. Kendiyle çırılçıplak karşılaşma… Yerüstü insanı kendini görmeyendir. Ahlaki manipülasyonlarla, ideolojik sloganlarla, simgesel/toplumsal kodlarla örtünmek, kendini kendinden gizlemektir. Dolayısıyla yeraltına inen kapıyı aralamak, görmemeye odaklı bir perspektiften uzak düşme arzusuna delalet eder. Yeraltında notlar, yerüstünde egemen olan ahlaki/ideolojik söyleme karşı tanıklıktır. Kendini görmekten kaçanın önüne çıkmak, kör gözlere parmak sokmaktır.
Ahlak ile arzu gerilimi
Yeraltı insanı bunları yapmaktan asla geri durmaz. Nerede olursa olsun; Petersburg ya da Ankara… Dostoyevski'nin isimsiz adamı Zeki Demirkubuz'dan aldığı kimlikle Ankaralı Muharrem (oysa bu tip insana isimsizlik yakışır) kılığında karşımıza çıkar. İçi-dışı bir olan Muharrem (Engin Günaydın) Ankara sokaklarında beslenen insanın içini-dışına çıkarır. Herkes ve her şey bütün ciddiyetiyle eğreti durmaktadır. "Değer" dediği şeyler ile peşinde koştuğu şeyler farklı yönlere baktığından, insanın ahlakı ile arzusu arasında derin bir gerilim hüküm sürer. Arzusunu saklamak ve arzulamadığını savunmak nihai yasa halini alır. Ama gizli bir yasa, ama yeraltına inenin fark edeceği bir yasa; kısacası, yalanı kural haline getiren bir yasa…
Mütevazilikten dem vurup kibirli olmak, sadelikten dem vurup gösteriş budalasına dönüşmek, dürüstlükten dem vurup yaranmaktan sınır tanımamak, adaletten dem vurup kayırmaktan uslanmamak, sevgiden dem vurup savaşı kutsamak, ezilenden yana olmaktan dem vurup zayıflığı estetize etmek, bilgelikten dem vurup "entelektüel" husumet taşımak, gerçekçi görünüp gerçekten nefret etmek… Türkan'ın (Nihal Yalçın) manevraları, Cevat'ın (Serhat Tutumluer) yaratıcı edebiyatın diyarında çevirdiği dümenler, samimi dostluk adına benliğini pazara çıkaran yandaşlar bu insani hallere çevrilmiş birer aynadır. Ortaya çıkıp ahlakın kirli çamaşırlarını tek tek ortalığa saçmak, yüceliğe vurgu yapan sözün ardındaki ruhun yavanlığını görünür kılan bir nutuk atmak hoş olurdu!
Yanlışın politikası
Ne ki Muharrem sonuçta Muharremdir; içinden geçirir, fakat yapamaz. "Değerli olanı görür, değersizlik batağına saplanır." Dünyaya yayılan değersizliğin bilincinde olup bir şey yapabilecek güçte olmayan kişi, kabul edilmez şeyin peşine takılır; aşağılanmaktan ve aşağılamaktan keyif alır. Mazoşist ve sadist, politik tavır takınır aslında; meşrulaştırılmış tahakkümün iktidarını sarsmaya meyleder. Onların nazarında anayoldan sapmak, büyük hilenin oyununu bozmaktır. Yaygın ahlaki-ideolojinin ortaya sürdüğü "iyilik fikrinin" yarattığı kötülüğü, onun reddettiğini yaparak bertaraf etmek... Bu, yasanın talebine karşı durmaktan keyif almaktır. Bundandır ki aşağılanmak için yapılabilir her şeyi yapmakta hiç zorlanmayan Muharrem, kendisine kucak açan herkesi de aşağılamakta son derece maharetlidir.
Muharrem'in olmak istemediği şey işte orada, yerüstünde her noktadadır. Gelgelelim, ne olmak istediği şeyi tam olarak bilmekte ne de arzusunun peşinden gitme gücü taşımaktadır. Bu nedenle, hangi adımı atarsa atsın, sonunda gülünç bir duruma düşer. Aşağılanmaktan zevk alsa da, gülünç olmak, istediği şey değildir. Zira bu hal, reddettiği şeye yenik düştüğünü kanıtlar. Bu adamın felaketi, zaman zaman hepimizin düştüğü duruma her zaman düşmesidir. Bütün mücadelesi reddettiği şey tarafından onaylanmaya odaklıdır. İşkence! Güçlerini hileden alan insanları alt etmenin yolunun ancak daha donanımlı bir hilekâr olmaktan geçtiğini bilse de, hile yapmayı beceremediğinden, her hamlesi dönüp onu vurur.
Gülünç ile komik
Her şeye rağmen kendinden hiç ama hiç memnun değildir. "İyi olmak istediğine, ama buna izin verilmediğine" inanmaktadır. Pekâlâ, kötülerin dünyasında iyi kalmanın bir yolu var mıdır? Belki tamamen değil, ama bazı adımları atmak mümkündür. Muharrem gibi biri ya hayallere sığınmakla ya da komediden yararlanmakla kurtuluşa erebilirdi. Fakat ancak belirli bir ölçüde… Dünyanın eksikliklerini tamamlamaya yönelik zihinsel bir serüven olarak hayaller, hayalperesti, içtenlikten peydahladığı malzemeyle içsel bir dünya kurmaya sevk eder. Hayal, olmakta olana takılmaz, onu aşmaya ayarlıdır. Üstelik, kötülük hayal edilmez, düşünülür. Oysa Muharrem, hayalperest değil, düşünen biridir. Zihni asla boş durmaz; yerüstünde yürütemediği savaşı, kafasının içinde verir durur. Düşünceyle kavga etmek, kendini yenmektir.
Sayısız gülünç şey yapan bu adamın karşısına geçip şöyle bir ağız dolusu kahkaha atamamak ilginçtir. Ne zaman kahkahadan yana bir belirti belirir, bir musibet mutlaka yüzünü gösterir. Demek ki gülünçlük ile komiklik arasında fark vardır. Gülünç olmak, alaya alınmaktır. Ve alay, dokunulması gerekenin dokunulmazlığı üzerinde iş görerek hedef şaşırtır. Böylece mesele, dünya halleri olmaktan çıkıp, öznenin karakteri haline gelir. Sanki sanatın derdi belirli bir karakteri (sözgelimi Muharrem'i) deşifre etmekmiş gibi… Oysa komedi (detaylı bir tartışma için Alenka Zupančič'in, Komedi: Sonsuzun Fiziği adlı harika eserine bakılabilir) bir tür çatışmadır; tikel ile evrensel arasındaki gerilimde tezahür eder. Üstelik burada evrensel olanın kusuru, yani kusursuz olduğu varsayılanın kusuru görünür hale gelir. Komik karakter, içine düştüğü durumla yaygın ahlakın, egemen yasanın, genel ideallerin açığına sızar. Komedi, tanrıların, değer yargılarının, yasaların, kurumların foyasını ele verir. Bundandır ki komik karakter asla yenik düşmez; başına ne gelirse gelsin, muhakkak bir yolunu bulup yakasını kurtarır.
Hiçbir şey komik karakterin neşesini gölgeleyemez. Bu büyük zafer, gururun şiddetine direnme gücünün eseridir. Halbuki Muharrem daha baştan itibaren sarsılmaz gururunun elinden heder olacağına dair kallavi cümlelerle karşımıza çıkar. Gururundan taviz verme gücü gösterseydi, kontrolü böyle kaybetmezdi. Bırakın bir değer olmasını, gurur, değerleri harcamaktan sakınmayan bir eğilimdir. Gururun arkasında arzu değil, ahlaki kodlar silsilesi bulunur. Haliyle, özgür bir karakterin belirtisi olmaktan çok, simgesel/toplumsal kodlara esaretin belirtisidir. Gururlu kişi özgürlük talebinde bulunamaz, çünkü zaten özgürlükten kaçmaktadır. Özgürlük arayışına çıkan kişinin gözünün arkada kalışına Muharremlik denir. Horace Walpole'un dediği gibi "bu dünya düşünenler için komedi, hissedenler için trajedi" ise, dünyayı anlayacak kadar düşünen, fakat ona ayak uyduramayacak kadar hisseden kişinin durumu trajikomik değil, vahimdir.