28 Kasım 2024

Görkemli bir mutfağın içerdikleri: Lezzetten ırkçılığa...

Film içerdiği ve kaderin bir araya getirdiği insanlar sayesinde görkemli bir ırklar, diller, kültürler çatışmasına dönüşüyor. Ve de yabancı göçmenlerin çektikleri... Biri bir ara “Ne olur, hepimize hayal kurma fırsatı verin” diyor. Ama bu kolay değildir elbette...

MUTFAK    

X  X  X  1/2

(La Cocina)

Yönetmen ve senaryo: Alonso Ruizpalacios
Görüntü: Juan Pablo Pamirez
Müzik: Tomas Bareiro
Oyuncular: Raoul Briones, Rooney Mara, Anna Diaz, Motell Gyn Foster, Laura Gomez, Oded Fehr, Eduardo Olmos, James Waterston, Lee Sellars

ABD-İspanya ortakyapımı, 2024

Bu hafta gösterime girecek olan bu film, birkaç festivalde gösterilip ilgi toplamış, aslen Meksikalı yazar-yönetmen Alonso Ruizpalacios’un son derece kişisel ve her türlü ilgiye layık bir filmi. Keşke biraz daha kısa olsa (2 saat 40 dakika) ve içerdiği çeşitli ögelerle (biçimden öze) bu denli karmaşık olmasaydı!..

Aslında film ismiyle sinemada hayli örneği bulunan ‘mutfak filmleri’ni akla getiriyor. O kadar çok yapıldı ki, şimdi saymak istemiyorum. Evet, bu film de bir gerçek mutfağın çevresinde gelişiyor. Ama ne mutfak, görürseniz şaşıracaksınız!.. Ayrıca birçok önemli çağdaş soruna da değiniyor.

Yönetmen Ruizpalacios, daha önce Gueros. Museo gibi filmlerle ilgi çekmiş. Bu filmse tümüyle New York’da geçiyor. Orada yasa dışı durumda çalışan erkek-kadın emekçilerin sorunlarını anlatan ve Arnold Wesker’in yazdığı The Kitchen- Mutfak adlı bir oyundan alınmış. Film aslında siyah-beyaz; ama bu sadece aldatıcı. Çünkü görüntü yönetmeni Juan Pablo Pamirez’in yardımıyla birçok renge dönüşüyor: Maviden yeşilimsiye; bejden pembeye!.. Aslında biçim olarak çok marifeti var: Üzerinde duracağım...

19. yüzyıl yazarı Henry David Thoreau’nun bir şiiriyle açılan film, daha başlarda bize biçim oyunları sunuyor: Kesik hareketlerle oynayan kamera, sanki Nouvelle Vague- Yeni Dalga dönemini hatırlatan bir deneysel çaba ruhu… Tam o arada bir tür hamamda çırılçıplak yıkanan kadınları ve onları röntgenleyen erkekleri görüyoruz. Bu bölüm kadın vücudunu çok iyi kullanıyor.

Ve sonra da ana kahramanımız Pedro Ruiz’i tanıyoruz: Çirkine yakın, ama parlak oyuncu Raoul Briones. New York’un en büyük restoranlarından birinin mutfağına iniveriyoruz. Böylesine etkin, böylesine nizam içeren ve saat gibi çalışan bir yer, en azından sinemada hiç görmemiştim!.. O Latin mutfağı Meksikalı, İspanyol, Dominikli, İtalyan lezzetlerini beceriyor; o ıstakoz, kremalı Brocoli çorba, Margaret pizza, dondurmalı cheesecake gösteren sahneler iştah açıyor.

Ama asıl sorunlar elbette daha büyük. Öncelikle Pedro onca kadın arasında Julia’yla tanışıyor. Unutulmaz oyuncu Rooney Mara... Kırılgan ama yetenekli, marifetli ama inatçı bir kadın. Bu bir büyük aşktır ve evlenmeye gidebilir. Ama kısmen talih, kısmen de Julia’nın inatçılığı belki kapıları kapayacaktır. Beklenen bir bebeğin hayatını daha doğmadan yok etme riskine kadar... Bu kırık aşk filmin en hüzünlü bölümlerinden biri.

Öte yandan, film içerdiği ve kaderin bir araya getirdiği tüm o insanlar sayesinde görkemli bir ırklar, diller, kültürler çatışmasına dönüşüyor. Ve de yabancı göçmenlerin çektikleri... Biri bir ara “Ne olur, hepimize hayal kurma fırsatı verin” diyor. Ama bu kolay değildir elbette...

Ve de sinemasal ögeler, biçim özellikleri… Ekran anlatılana göre değişik boyutlar içeriyor; özellikle genişlik açısından... Kamera sabitlikle kayganlık arasında gidip geliyor. Örneğin mutfaktaki kaydırma harika... Tek çekimlik kimi uzun sahneler ise has sinefilleri zevkten dört köşe edebilir.

Bir başka özellikse filmin dili. Dil olarak aslında hem İngilizce hem de İspanyolca içerdiğini söyleyeyim. Ama sinema dili dersek, elbette bu aslen senaryonun marifeti... Ben hayatımda bu denli küfür, bu denli ağzı bozukluk, bu ölçüde açık-saçık laf görmedim, duymadım. Ne hayatta ne de bir filmde... Bir yerde bu lafların 5-6 dakikaya dek uzadığını fark ettim... Finale doğru biri müşteriye şöyle diyor: “En boktan bir göçmen mi görmek istediniz? O yemekler meni, sidik ve boktan ibaret. Bir de para verip yiyorsunuz!” Ve bu laf elbette ona bir dayağa mal oluyor...

Demek ki bu film hayli kendine özgü şeyler içeriyor. Başta dediğim gibi, keşke biraz daha kısa ve derli-toplu olsaydı... Yine de sanırım görülmeyi hak ediyor.


YARIN: SAMİ ŞEKEROĞLU ÜZERİNE

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."

 

Yazarın Diğer Yazıları

Canlandırma sinemasına Disney el atarsa ne olur?

'Mufasa Aslan Kral' filminde; canlandırma hayvanların yüzlerinde, insan yüzlerinde görmeye alıştığımız tüm o ifade zenginliği vardır. İşte bu belki de o eskimeyen Disney damgasıdır ve filmin değerini bu yapar

Gizemli bir ‘sanat filmi’: Sevsek mi sevmesek mi?

"On Saniye" filmi sadece iki kadının bitmeyen diyalogları üzerine kuruludur. Bir sanat filmi için bile tam bir handikap! Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Bunca lafı etmem bile, filme özel nitelikler kazandırmıyor mu?

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

"
"