02 Mart 2025

Seray Şahiner: Haklıyı savunmamak da saldırının bir parçası!

"Böyle güzel yalan söylemeyi annemden öğrendim!" Seray Şahiner'le son kitabı ‘Vatan Millet Samatya’yı ve kadınlar için güvenli olmayan dünyayı konuştuk...

Seray Şahiner

Seray Şahiner, Doğan Kitap’tan yayımlanan yeni romanı Vatan Millet Samatya ile yine gerçeği en çıplak haliyle anlatıyor. Bu kez, sokaklar, caddeler, semtler sadece birer adres değil; kaderin yönünü çizen sınırlar. Kadınlar sürekli yer değiştiriliyor, mahallelerinden koparılıyor. Ama sadece İstanbul değil, ev de onlar için güvenli değil. Peki, bir kadın gerçekten “Burası benim, burada güvendeyim” diyebilir mi? Yoksa hiçbir yer, hiçbir zaman onlara ait değil mi?

Roman, aile bağlarını sevgiyle değil, zaaflarla kuran üç kuşağın hikâyesi. Sevilmek isteyen kızların tetikte büyümesini, baskı altında yaşayan kadın ve erkeklerin hayatta kalmak için başvurduğu farklı yolları anlatıyor. Kimi mizaha sığınıyor, kimi suskunluğa.

Seray Şahiner’le kadınlar için güvenli olmayan bir dünyayı, susturulanları ve susturanları, şiddetin nasıl sıradanlaştığını ve bazı çocukların büyümeden öğrendiği gerçekleri konuştuk. Zihninizde ve kalbinizde derin izler bırakacak olan Vatan Millet Samatya'yı okumalısınız.

- Melek’in çocukluğu suskunlukla başlıyor. Çocukken öğrenilen çaresizlik, kadere dönüşür mü? Ne düşünüyorsun?

Tembihlenmiş suskunluk tetiklenmiş patlamaya dönüşüyor. Anlattığım çocuklar, kâh başlarına geleni anlatmaya cesaret edemediklerinden kâh büyüklerin sözüne karışılmaz öğretisinden… Çoğu zaman da sözlerinin hükmü olacak kadar ciddiye alınmadıklarından sır tutmayı öğrenmiş; kendi kendisinin hem ebeveyni hem evladı olmuş çocuklar. Umursanmadıkça umursamayı bir zırh olarak kuşanmışlar. Bir kendini savunma refleksi de var. Kedere, kadere dönüşmemiş, kadere isyana dönüşen bir suskunluk bu.

- İki çocuk anlatıcının da dili sert, ironik ama bir yandan da oyunbaz. Neden çocuk anlatıcı?

Anlattığım İstanbul, turizm kataloglarında yer almayan İstanbul. Vatan Millet Samatya, 1970’lerden 90’lara uzanan bir zaman diliminde, istimlaktan ötürü hafriyat alanına dönüştürülmüş tarihi semtlerde geçiyor. Çocuk aklı gördüğüyle yetinmiyor, onu aynı zamanda sahneliyor. Sözle de gözle de ezber yapıyor. Hikâyeyi gözünden anlattığım çocuklar, yaşadığı semtin hem oyuncusu hem suflörü. Bu kitaptaki anlatı, o semtlerdeki yüksek kubbelerden değil, inşaat alanının tozunu toprağını soluyanların gözünden. Sokakla hemzemin olarak en hemhal kişi: Çocuk. Şehre yapılanlardan en çok etkilenen de o. Çünkü özellikle 70’lerin İstanbul’unda anlattığım çocuk Melek’in oyun alanı da kaçış alanı da sokak. 90’larda anlattığım çocuk olan İnci’ye kalan sokak ise, imar politikaları sonucu tekinsizleştirilmiş yahut pahalanmış, çıkmasının sakıncalı görüldüğü ya da adım atmanın bile pahalıya patladığı bir sokak. Verilen kararların sokağa nasıl yansıdığını daha iyi anlatmak için, İstanbul’u içinde büyüyen çocukların gözünden anlatmayı seçtim.

"Yazar olmaya karar verdiğimde çocuktum, önümde bir hayal vardı"

- Merak ediyorum sen çocukken dünyayı nasıl görüyordun? Çocukluk hafızan, bugünkü Seray Şahiner’in anlatısına nasıl sızıyor?

Ebru, ben çok suskun ama iyi dinleyen bir çocuktum. İlkokuldayken gittiğim atölyede resim hocam, çok bak az çiz derdi. Ben de çok dinleyip çok az konuşan bir çocuktum. Galiba medeni cesaretim özgüvenimden düşüktü. Bir de, yazar olmaya karar verdiğimde çocuktum. Önümde, nasıl gerçekleştireceğimi bilmediğim bir hayal vardı. Ben de yazmaya devam ettim. Nasıl olacağını bilmediğin bir hayale sadık kalmak; beni daha dirayetli bir insan yaptı.

- Vatan ve Millet Caddesi romanda sadece bir adres değil, kaderin yönünü çizen bir hat gibi. İstanbul’da biz kadınlar hep bir yerlerden koparılıyoruz, mahallelerimiz elimizden alınıyor, sokaklar daraltılıyor. Sence bu şehirde bir kadın gerçekten “Burası benim, burada güvendeyim” diyebilir mi, yoksa İstanbul baştan sona kadınlar için bir sürgün mü?

Kamusal alanda kadın; bu semtlerle sınırlı olmayarak hep bir başlık. Bu muhit özelinde ise; zaten Suriçi, yıllarca göçle gelenlerin İstanbul’u oldu. Tutunmaya, kök salmaya gayretli kadınların istese de kök salamayıp sürüldüğü bir semt. Kadın özgürlüğü ve istihdamı açısından pek çok bölgeye göre daha özgür olduğunu söyleyebilirim aslında. Çünkü hastane, üniversite, öğrenci evi ve tekstil bölgesi aynı zamanda. Anlattığım dönemin Vatan Caddesi, Millet Caddesi ve Samatya’sı, göçmenlerin ilk geldiği yerdi. Zira o zaman otogar Topkapı’daydı ve Aksaray’a çok yakındı. Bodrum kat evler özellikle zorunlu göçle gelenlere 4- 5 katına kiralandı. Ucuz işgücü geldiği için, atölyeler de Bayrampaşa Zeytinburnu hattından bu bölgeye kaymaya başladı… Kamusal alanda kadın olmanın zorluğu sadece sokaktan kaynaklanmıyor ki… Ev içinde sokağa çıkman yasak ise, daha hanede başlayan bir problem bu.

- Bir kadın annesinden kaçabilir mi? Annesine benzememek için ne kadar çabalasa da, aynaya baktığında onu görmesi kaçınılmaz mı?

Annemizden gerçekten kaçmak istiyor muyuz acaba? Yoksa sadece suçlayıp bir yandan yapacağımız hatalar için annemizin bakiyesini yanımızda taşımayı tercih mi ediyoruz…

"Melek, kocasının daralttığı çemberi, kızı ile genişletmeye çalışan bir anne…"

- Annelik genellikle kutsallaştırılır ama senin romanında bir yük, hatta bir hayatta kalma stratejisi. Gerçekten annelik bir kadını özgürleştirir mi? Yoksa özgürleştiğini sanırken aslında daha büyük bir sınırın içine mi giriyor?

Bu romanda anlattığım kadınlar, çoğu zaman evden çıkması yasaklanmış kadınlar. Bu noktada anneliği, bir sokağa çıkış vizesi, bir özgürleşme aracı olarak da görüyorlar: Çocuğu okula götürüyorum, çocuğu parka götürüyorum… Vatan Millet Samatya’da anlattığım son anne olan Melek, kendi yaşayamadığı çocukluğunu, kızı olduktan sonra tekrar yaşamaya kalkıyor, yine kızı vesilesiyle… Anneliği giyinerek çocuk oluyor. Yanında kızı varken, çocukça şakalar yaptığında daha az yadırganıyor, çünkü bunlar kızını güldürmek için. Parka bahçeye daha rahat gidiyor, çünkü bunlar, kızı oynasın diye… Melek, kocasının daralttığı çemberi, kızı ile genişletmeye çalışan bir anne… Muradı kızının büyüyünce o çemberi tamamen kırması.

Seray Şahiner

- İlk kitabından beri seni okuyan ve seven biri olarak merak ettiğim şu: Romanlarında kadınlar hep mücadele ediyor ama erkekler ya silik, ya kaypak ya da yok. Erkeklerin yokluğu, kadınların hayatını nasıl şekillendiriyor?

Aslında romandaki erkekler silik değil, sadece kadınlardan daha az konuşuyor. Çünkü tartışmaya değil emir yerine geçen kararlar verip kenara çekilmeye meyyaller. Beyanla verdikleri kararların yahut suskunlukla onayladıkları durumların sorumluluğunu yüklenmek istemiyorlar. İşlerine gelen bir gözden ırak olma halini tercih ediyorlar. Bu, yazdığım kitaba has bir durum değil. Erk ile hayatını sürdürenler; varlıklarının altını çizmeme gerek kalmayacak kadar baskın yaşıyor ve karşısındakinin yaşamını sınırlamaya çalışıyor.

- “Baba bir montaj sanatıdır” diyorsun, ama peki ya anne? O da bir kurgu mu? Annelerimizi de aslında zihnimizde yaratıyor olamaz mıyız? 

Bu kitaptaki çocuklar, babaları çalıştığı anneleri genelde evde olduğu için babalarını annelerine göre daha az görüyorlar. Ve boşlukları kendileri tamamlıyor…  Baba, bize kendinin ne kadarını sunuyorsa, nasıl anlatılıyorsa, biz onu dışarı nasıl anlatıyorsak o. Ama anne kendini o kadar damıtmadan yaşıyor. Dolayısıyla o bağ, daha az kurgulanmış, daha iç içe geçmiş. Eleştirirken de daha içerden ele alıyoruz. Romandaki çocuklardan Melek; “Zaten annem insan sevmez, zengin sever” diyor mesela. Aslında babalarını, kararlarından ve onayladıklarından dolayı suçluyorlar, kitaptaki İnci: “Keşke büyüklerin çocukları aldırabildiği gibi biz de babamızı aldırabilsek” diyor… Elinden gelse, babasını montajda atacak.

- Vatan Millet Samatya’da cinsel şiddet sahneleri sert ama asla pornografik değil. Şiddeti anlatırken şiddeti yeniden üretmemek için nasıl bir yol izliyorsun?

Bu çok yaşanan, artık nasılsa dolar diye yıllardır hali hazırda bir üçüncü sayfanın ayrıldığı bir mesele. Şiddetin sıklığı onu sıradan yapmıyor. Biraz bu hassasiyetle yaklaşıyorum. Tabii ki eleştirdiğim şeye hizmet etmemek gibi bir sorumluluk duygusuyla yazıyorum.

"Haklıyı savunmamak da saldırının bir parçası"

- Hep mağdurların sessizliğinden bahsediyoruz ama susturanlardan bahsetmiyoruz. Türkiye’de susturan kim? Erkekler mi, aileler mi, devlet mi, toplum mu?

Bu saydığın her şey birbirini besliyor. Cinsel istismara, tecavüze uğrayanın dışlanma tedirginliği yaşadığı, eylemi gerçekleştirenin iyi hal indirimi alabildiği bir sistemde; söylemi yayan mikrofon da, o sözü duyan da birbirinden güç ve cesaret alıyor. Ve… Haklıyı savunmamak da saldırının bir parçası.

- Çocukken susturulan bir kız çocuğu büyüyünce neye dönüşür? İsyan eden biri mi olur, susmaya devam eden biri mi, yoksa başkalarını susturan biri mi?

Bu konudaki sebep sonuç hattının sadece bir tane, tek yöne olduğuna inanmıyorum aslında… Ama şunu söyleyebilirim: Şiddet ve sevgisizlik zaaf da doğurabilir, yine bir zaaf olarak niteleyebileceğim hınç da…  Tam tersi, zalime benzememe inadı da yaratabilir. Bu kitapta anlattığım insanlarda, uğradıkları haksızlıktan bıkkınlık var evet ama umut ışığı buldukları insanlar da var. Bir tutunma refleksleri var. Çünkü pes etmeye niyetleri yok.

- Kentsel dönüşüm sadece binaları değil, insanları da dönüştürdü. Sence insanlar, özellikle kadınlar, şehirde nasıl hayatta kalıyor?

Bir aidiyet kurduğun mahallenden sürüldüğünde, gittiğin yere statü olarak düşerek gidiyorsun. En iyi ihtimalle, “buraların yenisi” oluyorsun. Sokağın da kendi dili var ve evden çıkma özgürlüğüne, şartları zorlayarak sonradan ulaşan bir kadın için, o dili öğrenmek gibi bir mesai de başlıyor. Yolunu bildiğin sokaklardan, huyunu bildiğin insanlardan uzaklaştırılıp başka bir muhite gitmek zorunda kaldığında, bu sefer de başka bir sokağın dilini sökmen gerekiyor. Çoğu kadına dayatılan şey, şehirde hayatta kalmaktan ziyade, şehri bir kenara bırakıp hayatta kalmak.

"Hafıza eleştiriyle geliyor ve eleştirmek de cesaret istiyor"

- Ülkemizin hafızası var mı gerçekten? Yoksa sürekli unutmaya mı programlıyız?

Yaşadığımız her şey kemik hafızamıza işliyor. Hatırlamak da bir yük, onun da bir sorumluluğu var. Hafıza eleştiriyle geliyor ve eleştirmek de cesaret istiyor. Bu kitap üzerinden örnek vereyim. Anlatılan üç kuşak da alt orta sınıf. Ailenin ilk kuşağı, savaşı görmüş, kıtlık bilinci taşıdığı için elindekini harcamıyor; ikinci kuşağı, göçle İstanbul’a gelmiş, garantide hissetmek için stokluyor; üçüncü kuşak Özal dönemine denk geliyor, bu ailenin mensupları da, ilk iki kuşağın istifçiliğinden bezmiş, olanı savurduğu için elindekini tüketiveriyor. Aslında hatırladığını silme çabası bu… Bence hafıza sadece travmanın değil çözümün de önemli bir parçası.

- Nefessiz halde sorularımı sordum :) Son soru :) Hep sınıfsal meseleleri, ekonomik çıkmazları ve kadınlık deneyimini yazıyorsun. Ama bir gün “Bu konuyu artık anlatmama gerek yok” diyeceğin bir şey var mı? Yoksa Türkiye değişmedikçe bu hikâyeler de hep anlatılmaya devam mı edecek?

Bu sekizinci kitabım. Şimdiye kadar hiç, “Bir kadın hikâyesi yazayım” diye masaya oturmadım. Beni sokağa çıkaran mesele ne ise masaya oturtan da o ama bunu genelde ilk yazım bittikten sonra fark ediyorum. Refleksif.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kazıklı Voyvoda’nın gölgesinde: "Osmanlı'nın vampir avcıları mezarları kazdılar, cesetler çürümemişti!"

"Vampir korkusu bir Hristiyan topluluğuna aitse, Müslümanların müdahil olmaması gerektiği söyleniyor. Ancak eğer vakalar tekrarlanırsa, mezarın açılması öneriliyor. Cesedin fiziksel belirtileri kontrol ediliyor: Kanlı, kırmızı bir ten mi var? Saçları, tırnakları uzamış mı? Dişleri belirgin mi? Eğer bu belirtiler görülüyorsa, klasik vampir yok etme yöntemleri uygulanıyor: Kafasını kesme, kazık çakma ya da bedeni yakma..."

Aslı Kotaman: Sanat tarihini yeniden yazarken, kadınların hikâyelerini sadece trajedi üzerinden değil, direniş ve üretkenlikleriyle de anmak gerekiyor

"Rönesans ve sonrasında, kadın ressamların akademik eğitim alması, anatomi çalışması ve kamusal alanda sanat üretmesi pek çok engelle karşılaştı. Örneğin, Angelika Kauffman ve Rosa Bonheur, yalnızca çıplak model kullanabilmek için değil, açık havada resim yapabilmek için bile erkek kıyafetleri giymek zorunda kaldılar, kimliklerini gizlemek, erkek kılığına girmek zorunda kaldı. Bu inanılmaz bir hikâye, çünkü mesele yalnızca model kullanmak değil, sanatın yapıldığı mekânlara erişebilmek, sokağa çıkabilmek ve sanat üretiminde erkeklerle eşit haklara sahip olabilmekti"

Sinem Sal: Küçük kıyamet mutsuzluktur; katillerin artması, kötülüğün çoğalması bu kıyametin işaretlerindendir

"Çocukken yalancı bir özgürlük içindeyiz. Mihrap da öyle. Mesela o zaman mahalledeki meyhaneye girip çıkabilen aynı zamanda tuhafiyede karnı şişene kadar yemek yiyebilen tek kişi Mihrap. Ne kadınlar erkeklerin alanına geçebiliyor ne de erkekler kadınların alanına. Bir gün büyüyüp de özgür bir kadın olursa, çocukluğunda sahip olduğunu sandığı o özgürlük anlamını kaybediyor"

"
"