12 Nisan 2025
Taksim Meydanı bana komşu sayılır.
Ara sıra üzerinden, bazen de kenarından kıyısından geçerim.
Meydanda ve Gezi Parkı’nda yürüyüş yaptığım da olur.
Zaman zaman da onu gören bir yerde kahve içerim, sürekli konukları arasında üç iri köpeğin olduğu bir yerde. Köpekler ya sevimli bir ifadeyle kaşınırlar ya da uyurlar, ben de meydanı ve ona aldırmadan sağa sola koşturan insanları izlerim.
Taksim Meydanı’ndan geçip de onu fark etmemek bana garip gelir. Hatta bunu saygısızlık olarak algılarım. En azından sıfır farkındalık…
Taksim Meydanı İstanbul demektir. Taksim Meydanı Türkiye demektir. O bir bakıma ikisinin de merkezi sayılır.
Taksim Meydanı ülkemiz tarihinin kısa bir özetidir.
* * *
Bir süredir meydanda gezmemiştim. Dün öğle saatlerinde Taksim Meydanı’na girdim…
Taksim Meydanı’na girdim deyince şimdi bir durdum…
Yakın zamana kadar bu o kadar kolay değildi.
Meydan haftalar boyu “kelepçeliydi”.
Polis barikatları meydanı kuşatmıştı. Aslında her biri sınırlı bir engel olan portatif metal barikatlar, birbirlerine bağlanıyor ve yüzlerce metre uzunluğunda koskoca yasaklara dönüşüyordu.
“Kara günlerde” tam bir çember olup meydanı kapatıyorlardı. “Gri günlerde” bu çember arasında birkaç geçiş deliği bırakıyorlardı. Meydana geçmeniz ve gitmeniz gereken yere ulaşmanız için bu labirentin içindeki özgürlük kabarcıklarını bulmanız gerekiyordu.
Malum, başta 1 Mayıs bayramı olmak üzere muhalif kokulu bütün günlerde Taksim Meydanı “etkisiz” hale getiriliyordu.
Ve 19 Mart’la başlayan yeni tarihsel dönemimizde ilk işlerden biri meydanın kelepçelenmesi olmuştu. Biz de o geçiş noktalarını öğrenmiş ve söylenerek de olsa yolumuzun uzatılmasına boyun eğmiştik.
O günlerde İBB’nin kameralarıyla İstanbul’un bir dizi yerini 7/24 izlemenize imkân veren sitesinden izlemiştim meydanı defalarca ve hüzünle:
Ama dün bir de baktım…
Taksim Meydanı “adli kontrol ve yurtdışına çıkış yasağı şartı ile” serbest bırakılmıştı.
Meydana istediğiniz yerden girebiliyordunuz, düşünebiliyor musunuz resmî hoşgörü düzeyini?
Bu özgürlük, moralimi yükseltmeye yetti.
Taksim Meydanı’na selam verdim. Biraz da etrafta kimsenin olmamasından cesaret alarak onunla konuşmaya başladım.
“Nasılsın ey Taksim Meydanı? Yine neler yaşatıyorlar sana?”
Cevap gelmedi. Ya da geldi ama ben duyamadım.
* * *
Meydana girip ilerledim, Gezi Parkı’nı yavaş yavaş ve keyfini çıkararak adımladım, Divan ile Hyatt arasındaki koridora uzanan köprüden geçtim.
Oradaki çimlerin kesilmiş olması, biraz da yağışların etkisiyle harika bir koku yayıyordu çevreye. Bu sefer de bu koku pekiştirdi umutlu ruh halimi.
Baharı düşündüm. Burada olmasa da bir yerlerde şu sıralarda mutlaka açmış olan gelincikleri düşündüm. Hiçbir kışın müebbet olmadığını düşündüm.
Arabalar, asfalt ve taş yapılardan oluşan Cumhuriyet Caddesi’ne paralel ama sanki ondan gizli ve sessiz bir doğal hat üzerinden Elmadağ Parkı’na doğru uzandım.
Bu arada Taksim Meydanı ile sohbetim, varsın tek yanlı bir dert yanma gibi olsun, devam ediyordu.
Aynı yoldan Taksim Meydanı’nın yeşilden arındırılmış taş arenasına, 1928’de yapılan görkemli Taksim Cumhuriyet Anıtı’na doğru yöneldim.
Solumda kalan Atatürk Kültür Merkezi, sağımda kalan Taksim Camii ve tam karşımdaki bir zamanların Intercontinental’i, sonrasında Marmara Etap’ı, şimdi de The Marmara Taksim Oteli’ne baktım.
Adı kaç kere değişirse değişsin bu otel bana hep aynı şeyi hatırlatır. Intercontinental ve sular idaresi… Silah sesleri… 34 canı alıp hiç hesap vermeyen 1 mayıs 1977…
Yıllar içinde kaç kez o anılarla ağlamıştım. Şimdi ise yüzümde anlamsızlığa yakın bir gülümseme vardı.
Artık aramızda olmayan epeyce kilolu bir arkadaşımın o gün silah sesleriyle birlikte ne kadar çevik ve hızlı olduğu geldi aklıma.
O ve başka pek çok kişi yok artık. Bense yaşıyorum ve kim bilir kaçıncı kez Taksim Meydanı’nda dolaşıyorum.
“Duyuyor musun ey Taksim Meydanı?”
* * *
“Bu garip gülüşü, bu gözleri hatırlar gibiyim” dedi ulu meydan.
“Ama gerisi çok değişmiş, 1977’deki halinden eser kalmamış.”
Ona hemen itiraz edecek oldum, o tarihte daha 15 yaşındaydım ben.
Taksim Meydanı sesimi bastırdı:
“Seni hatırladım. Hatta ondan bir yıl önce, 1976 1 Mayısı’nda koruma ordusunu yararak işçilerin arasına girmeye çalışırken ne kadar gülünç olduğunu…”
Durdu ve aslında bu “anlamsız gülüşümü” yaklaşık 12 yıl önce de gördüğünü söyledi.
“Evet”, dedim, “Gezi Parkı’nda kaç gün gaz yedik ama bir gün yanımda nedense benimle görüşmek isteyen program yapımcısı bir AK Partili ile bu yoğun gaz bulutunun içinde kalıverince, kendimden çok onun haline odaklandım ve ona güldüm.”
Meydan bana bakmadı bile. O öylesine çok anıya sahne olmuştu ki.
Ta Osmanlı dönemlerinden itibaren.
Hani üzerinde civar semtlere su dağıtmak için kurulan su deposu ile, bu suyu dağıtmak, “taksim etmek” için yapılan maksem (“Taksim Maksemi”) ile kendini bulmaya başladığı zamanlardan bu yana.
Kimisi için ticaret, kimisi için alışveriş, kimisi için eğlence ya da kültürden beslenme, kimisi için diplomasi, kimisi için konaklama…
Herkes bu meydandan ve onu çevreleyen Beyoğlu’ndan yararlanıyor, onlar da cömertlik ve sabır ile sahip olduklarını sunuyorlardı.
Sorsam belki 5-6 yüzyıl öncesinin padişahlarının kendisiyle ilgili kararlarından bahsedebilirdi. Ya da mesela 6-7 Eylül Olayları'nı veya 16 Şubat 1969’daki “Kanlı Pazar”ı anlatırdı…
* * *
Ben son dönemin “kelepçeli” portatif barikatlarını sordum. Söyle dedi:
“Ünlü olmanın bedeli vardır her zaman. Efsane bir kentin merkezi sayılmaya başlarsan, hele bir de anıtlar, resmî törenler… Şımardıkça şımarırsın baştan... Sonra faturalar birer birer gelir önüne. Herkes sana sahip çıkmaya çalışır. En çok da kıskançlıktan yanar canın. Seni bir süreliğine bile olsa başkasına kaptırmaya dayanamayan iktidarlar, ortalık biraz gerildiğinde bile hemen dokunulmaz ilan ederler seni. Barikatlar, yasaklanan metro seferleri, polisler… Sana ayak basabilmek ve bastırmamak için yapılan kavgalar, hatta dökülen kanlar…”
Taksim Meydanı sustu.
Ben de onu daha fazla meşgul etmeye cesaret edemedim.
Usulca vedalaşıp ayrılırken arkamdan seslendiğini duydum:
“Onca yıldır beni tanıyorsun. Bir kez bile yazı yazmadın hakkımda. Oysa Moskova’daki Puşkin Meydanı’nı kaç kez yazdın. Ya da Leningrad/Petersburg’daki Saray Meydanı’nı. Haydi uğurlar olsun!”
İçime oturdu bu sözler. Ondan özür dileyecek kadar sesim bile kalmamıştı.
Onun için bu, biraz da özür yazısıdır o yüce meydandan…
Hakan Aksay kimdir?Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı. Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu. 2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı. |
Ukrayna'daki savaşı bitirme vaadini yerine getiremeyen Trump şimdi ya daha kararlı adımlar atacak ya da bu işten sıkılacak
Turuncu saçlı sultan sadece Çin'e karşı ticaret savaşı başlatmakla kalmadı, özel hayatlara da el attı
Sadece altı ay ömrü kalan insanlar bazen önemli kararlar alabilir. Peki ya bu durum siyasal iktidarlar için söz konusu olsa?
© Tüm hakları saklıdır.