04 Mart 2025

Barış umudu… Umudun barışı!

“Barış ve huzur” gerçekleşecekse, acılar asla unutulmaz ama, bütün bu yıllarda doğmamış veya yeni doğmuş onca gencin, çocuğun geleceğine sarılabiliriz. Ülkenin kanlı bir kabristana dönüşmüş olmasını unutmayız ama onların mezarlarına bir “barış çiçeği” koyabiliriz.

“Barış” ne kadar değerli. Elbette barış bazen teslimiyet anlamına da gelir; Mondros, Versailles ve benzerleri gibi. Ancak şimdi önümüze gelen “barış ya da savaşsızlık, terörsüzlük ihtimali” öyle değil. İlk tercümesi; kanın, kinin, nefretin, şiddetin durması. Elbette henüz bir ihtimal. “Silah bırakma, örgüt feshi” talebine karşılık henüz “ateşkes.”

O yüzden öncelikle “ama”sız kıymetli buluyorum. Sonra belki “ama”lar değil, lakin “sorular” hepimizin hakkı. Sadece şüphe soruları değil, bunun kalıcı bir süreç olup olmamasına yahut zamanlamaya dair.

İlk soru şu olabilir belki: Neden şimdi? Hem zor hem kolay bir soru. Çünkü bilmediğimiz epeyce unsur ve temas da vardır. Kolay tarafında ise, “yeni anayasa, seçim, Trump ABD’si, onun kankası olma yolundaki Putin Rusya’sı” gibi “zamanın ruhu” çıkabilir karşımıza.

Öyle ya, Suriye denkleminde bir anda Rusya, İran kayboldu; ABD ve İsrail yerleşti oraya. Türkiye ön plandaki aktör gibiydi, her aktör gibi rolünü oynadığı kadar işte! Yönetmenlik başka bir şey tabii. O yüzden Oscar’da da ana ödüller filme ve yönetmene; sıralayınca.

Elbette “süreç”e ilişkin, “ne, nasıl, ne zaman” gibi onca soru var. Yine de benim ikinci sorum şöyle: Tamam şimdi ama neden daha önce değil?

Çünkü bu “barış” iradesinde konuşan ya da konuşturulan Öcalan çeyrek asırdır orada. Çünkü birdenbire “terörsüz Türkiye” inisiyatifi gösteren Erdoğan ve iktidarı da neredeyse öyle. Bahçeli’ninki daha ilginç. Hem Öcalan teslim alındığında ya da “teslim edildiğinde” Ecevit koalisyonunun ortağıydı, hem de şimdi bu süreci başlatan iktidarın ortağı ve üstelik, hasta hasta bile, ilk adımları atarak.

Oysa önceki iktidarı eleştirirken, Erdoğan da, Erdoğan iktidarına sıkı muhalifken Bahçeli de “idam”dan bahsedip duruyordu. “Terör ve terörle mücadele” sadece Türkiye’nin büyük acısı, büyük insan ve kaynak kayıpları anlamına gelmiyor, aynı zamanda seçim manivelası rolünü de oynuyordu sık sık.

Nitekim 2015 haziran seçimlerine giderken, AKP iktidarının kullanmak istediği manivela “açılım süreci”ydi. Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası etkili olmuş, partisinin oyları Türkiye’nin çok yerindeki “sempati oyları”yla yükselmiş, AKP tek başına iktidarı ilk o seçimde kaybetmişti. Sonra ne oldu? Evlerinde öldürülen polisler, Ankara Garı ve Suruç katliamları ile “süreç” bozuldu ve bu kez “terör ve terörle mücadele” ile aslında “barış isteyen” onca insanı yok eden katliamlar erken seçim manivelası yapıldı. Davutoğlu biliyor da, konuşamıyor!

“Terörü durdurmak” bir amaç gibi görünse de, önceki iktidarlar, “derin devlet ve Susurluk ağı” ile bu iktidar için kullanışlı bir araç da oldu. O sayede sert kanunlar, şiddetli müdahaleler, “temizlik” operasyonları, suikast ve cinayetler, hapisler, köylüye dışkı yedirmeyle büyüyen köy yakmalar, onca insanın kaybı ve bulunamayan kemikleri doldurdu yılları.

Sadece iktidarlar ve devlet ile siyaset değil; PKK da bu kanlı iklimin şiddetlendirilmesinden nemalandı. Etki alanını, başta acılı ailelerden olmak üzere, gönüllü gönülsüz “istihdam” imkanlarını, uluslararası pozisyonunu güçlendirdi. “Açılım”ın illüzyonu dışında, gerilimle, şiddetle, korku ve “terör” ortamıyla da beslendi. Demirtaş liderliğinde partinin ciddi bir “demokratik ve parlamenter umut” yaratmasından, AKP iktidarı kadar PKK da rahatsız olmuştu zaten.

Türkiye’de “barış” bile bir yandan “ironik” olduğu için, Kürt siyasetinin o “demokratik umudu”nun esas temsilcisi Selahattin Demirtaş bir “kin hukuku”nun mahkumu olarak hala cezaevindeyken, “uzun terör devri”nin lideri Öcalan’ın Meclis’te konuşabilmesi bile gündeme geldi.

Sizin olmayabilir ama benim ikinci sorumun özü şu: “Bu kadar şehidin kanı yerde mi kalacak?” demiyorum. Şunu diyorum: Bu inisiyatif madem mümkündü, Özal, Demirel-İnönü ve AKP’nin bir ileri bir geri denemeleri dışında, 1984’ten beri ya da Öcalan’ın İmralı’da olduğu çeyrek asırda neden mümkün olmadı? Madem mümkündü, madem tamamen “dış etki ve baskılardan uzak” gibi söyleniyor, onca asker ve polis, onca Kürt çocuk ve genç “daha erken” bir zamandaki “barış cesareti” ile yaşıyor olabilirdi. Erdoğan’ın “darbe girişimi veya deprem”deki “hakkını helal edin”leri gibi, Öcalan da “Şahsım ve hareketim adına yaşanan acılardan dolayı özür diliyorum” dedi. Peki tamam ama neyse!

Cumartesi Anneleri hala kayıplarını arıyor; 13 yaşında evinden alınıp 18 yıl sonra kemikleri bir kuyuda bulunan Seyhan Doğan’ın ruhu, o kemiklerin bile peşindeyken, evlatlarının bir mezarı olsun diye çırpınırken ölen annesi ve babasıyla bir mezarda buluşmuşken, huzurlu mu, bilmiyoruz. 12 yaşında 13 mermiyle delik deşik edilen Uğur Kaymaz peki?

“Barış ve huzur” gerçekleşecekse, acılar asla unutulmaz ama, bütün bu yıllarda doğmamış veya yeni doğmuş onca gencin, çocuğun geleceğine sarılabiliriz. Ülkenin kanlı bir kabristana dönüşmüş olmasını unutmayız ama onların mezarlarına bir “barış çiçeği” koyabiliriz.

O zaman üçüncü soruya da gelip gideyim: Barış, yine teslimiyet veya tahakküm değilse, demokratik bir hukuk devletiyle anlam bulur. Var mı o niyet? Yani bir yandan gık dedi diye vatandaşlar, guk dedi diye şirket yöneticileri, söyledi ya da yazdı diye Elif Akgül gibi gazeteciler toplanırken; LGBTİartı nefreti iktidar elinde kanun şiddetine ve ayrımcılığa dönüşmek üzereyken, Kandi’le “barış ve fesih” gündeme gelip Rojava “büyük tehlike” sayılırken, “terörle ilişkilendirilen terörsüz suçlar”dan onca insan cezaevindeyken, “Barış İmzacısı” akademisyenler, yargıyla iade edilenler dışında, hala bir bakıma sürgündeyken, kayyımlar gırla giderken, muhalefet ve muhalifler durmadan hedef alınırken, hakim iklim antidemokratikken “barış” eksik, güdük kalmaz mı?

Tamam, düdük çalınır, “terör” biter ve bu çok iyidir. Fakat “kanlı maç” neden bu kadar uzadı, neden hakem ve federasyon onca hatalı, yanlış veya kötü, kötücül niyet ile kararı bir yandan da görmezden geliyor, diye sorabiliriz elbette.

Neden şimdi? Elbette yine de iyi ki. Neden onca zaman değil ve neden antidemokratik, hukuk devletinden uzak bir tahakküm ortamına dair bir “hakiki toplumsal barış ve hakkaniyetli hukuk devleti” ihtimalinden söz edilmeden!

Bahçeli “Bu bizim şerefimize emanettir” dedi. Güzel söz. Bu halkın huzuru, mutluluğu, insanların temel hakları, haysiyeti, özgürlüğü, onurlu yaşama ve mutluluk hakkı, gelecekten umudu da size emanetti. Lütfen, fırsat bulunca, bir emanet envanteri de yapınız! Barış umudunun yanına, herkesin umutlarıyla barış da şık gidebilir.   

 

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Abi, ben gidiyorum!

Bütün o günkü ve bugünkü gazetecilik yüz karaları bir yana; Ali Haydar, Turan, Ahmet gibiler gazeteciliğin aydınlık, çalışkan, vicdani yüzüydü. O yüzleri unutmak bir yana, kalbime yazmışım zaten. O yüzden de, Ahmet giderken, üçüne birden sarıldım

İyi'lik sağlık!

“Popülizm”le atıp tutmanın ve oy ile iktidar kapmanın bir sonu var. Bu AKP’de uzun sürdü

Kibir ve kin devrinde, tarihiniz açık olsun!

Tarih düz ve düzlükte ilerlemez elbette. Ömrümüzden de ibaret değildir. Tarihin talihi de, tamamen tarih yazmasalar bile; tarihe vicdanıyla yazanların varlığıdır her zaman. Tarihiniz açık olsun!

"
"