Aşk yoksa düşünce de yoktur: Byung-Chul Han’a göre Eros ve Logos

Neo-liberal kapitalizm ve dijital çağın narsisizmi bütün aşk ilişkilerini erozyona uğratıyor, "aynılık cehennemi"ne yol açıyor...

16 Ocak 2020 19:30

Dijital çağın ve kapitalist tüketimin narsisizmi, Eros’u öldürüyor, Byung-Chul Han’a göre.

Eros, “Başka” ile ilişki kurmak ve “Başka” uğruna alıştığın kendinden vazgeçmeyi göze almaktır, diyor Han. Oysa biz fetişçi bireyciler, sadece kendi benliğimizi referans almaya koşullanmışız artık, “Başka” ile işimiz kalmamış sanki. Her şeyin “aynı” olmasını yahut benzer olmasını istiyoruz. “Başka” yok olmaya yüz tutunca da, Eros silinmeye başlamış hayatımızdan. Haberimiz bile olmamış. Felsefeci bizi uyandırmak için alarm zillerini çalıyor.

Bir zamanlar Nietszche’nin “Tanrı öldü” demesi gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de bir felsefeci çıkıp “Eros öldü” diyor bize. Aşk öldü.

Ya da o kadar ileri gitmiyor da, “aşk ölmek üzere” diye uyarıyor bizi.

Eros’un Istırabı, Güney Kore asıllı Alman filozofun bu kısacık ama kışkırtıcı denemesi, 2012 yılında yayımlanmış (Agonie des Eros) ve haberlere bakılırsa Almanya’da çok satan kitaplar arasına girmiş.

56 sayfalık bir deneme, ama yüzlerce sayfaymış gibi yoğun, hayli büyük iddialarla dolu. Aşk/Eros negatif bir güç Han’ın gözünde. Yani bir zıtlık gücü. Aşkın nesnesi başkası ve başkalık olduğu için var bu negatif gerilim. Han’a göre bu zıtlık gücü, bu gerilim, bizim asal yaşama enerjimiz. Yaşamın bütün şevki buradan kaynaklanıyor. Ama başkalık bizden uğraş isteyen, risk almamızı gerektiren bir durum. Halbuki bizler şimdi her şey “pozitif” olsun, kolayca erişilir olsun istiyoruz.

Buraya kadar Han’la aynı fikirdeyim. Erotik enerji, bana göre de her şeyin itici gücü. Yaşama gücü demek belki daha doğru. Yaptığımız her şeye arzu yoluyla yöneliriz. Cinselliği de kapsayan, ama cinselliğin çok daha ötesine giden bir enerjidir bu. Hatta asıl önemli tarafı cinsellik ötesinde olanıdır. Ve bir gerilimi vardır, doğru, kutupları vardır, bilinmezliği vardır. İnsanı harekete geçiren, eyleme yönelten başlıca kudrettir arzu.

Han’a göre kapitalizm de zaten bu nedenle arzuyu kuşatarak kendini yeniden üretiyor. Hatta Eros’u aşındıran yeni arzu nesneleri ikame ediyor onun yerine.

Eros bizi kendimizin dışına çıkmaya iten en temel arzu yasasının temsilcisi, onu simgeleyen tanrı. Eros için can gücü de diyebiliriz. İnsanı bir bütün olarak canlı kılan, insana yaşama şevki veren enerji kaynağı. Ve bu enerjinin temelinde, evet, Han’ın gayet güzel ifade ettiği gibi, daima “Başka”ya yönelmek var, “Başka” olanı arzulamak, “Başka” için yanıp tutuşmak var, “Başka” için neredeyse kendinden vazgeçmek, risk almak, bilinmedik yerlere doğru adım atmak var, bu da doğru. Böyle bir cesaret, bir atılım gücü istiyor bizden Eros.

Ama işte Han’a göre o atılım gücünü tüketime teslim etmişiz ve sonsuza dek yitirmek üzereyiz. Bu temel arzu yasası olumsuz anlamda dönüşüyor, hatta yok olmak üzere. Bizi hem eyleme hem de aşka yönelten bu enerji şimdi aynı iklim gibi krizde, aynı dünyamız gibi tehdit altında, çünkü tamamen tüketime, başarıya, performansa odaklandırılmış. Kapitalizm ve teknoloji, arzuyu esir almış durumda. Dünyayla ve tüm canlılarla bağlantı kurmamızı sağlayan o asal erotik enerji evcilleştirilmiş ve tükenmek üzere. Onu sulandıran, özünü kemiren, cansızlaştıran bir şeyler cereyan ediyor. Özetle, Eros can çekişiyor.

Bununla da kalmıyor. Başka krizlerle kesişiyor hatta başka krizlere yol açıyor Eros’un can çekişmesi. Hayal gücünü baltalıyor mesela. “Fantezi” dediğimiz o özel yetimizi de zayıflatıyor. Cinsel fantezilerimizin tekdüzeleşmesi yahut aşk tasavvurumuzun tüketime ve piyasaya teslim olmasıyla, veya pornografinin egemenliğiyle de sınırlı değil bu zayıflama. Düşlemin, hayal gücünün yol açtığı her eylemi etkiliyor. Han’ın bir başka iddiasına ulaşıyoruz böylece:

“Bugün sanatın ve edebiyatın içinde bulunduğu krizin izi de fantezinin krizine, ‘Başka’nın ortadan kaybolması’ krizine, yani Eros’un ıstırabına kadar sürülebilir.” (s. 46)

Demek ki sanat ve edebiyat da krizde. Bu da akla yatkın. Yaratıcılığın ve sanatın Eros’un enerjisinden, arzudan uzakta yaşaması mümkün değil. O halde gerçekten ciddi bir şeyler oluyor, iz sürmeye değecek kadar çaresiz durumdayız. Nedir bu şeyler? Felsefecinin peşinden gidelim, dedektiflik yapar gibi, birlikte iz sürelim o zaman. Bakalım her dediğine katılacak mıyız?

Ben bazı düşüncelerine katılmadım doğrusu. Yazdığı deneme o kadar yoğun ve o kadar çok probleme değiniyor ki, ipleri çözmek kolay değil. Ama sürdüğü izleri beğendim. Çoğu tanıdık geldi. Benim de üzüldüğüm, sıkıldığım şeylere isim koyması hoşuma gitti. Heyecan verici bir yolculuktu, uyandırıcıydı.

Yolun sonu nereye varıyor, bilmiyoruz. Bu da “Başka”nın peşine düştüğümüz bir arzu yolculuğu olacak belki. Han, ortaya attığı birçok soruyu cevapsız bırakıyor. Ama merakımızı uyandırdığı ve bizde cevabı bulma arzusu yarattığı kesin.

Belki istediği tam da bu. Felsefe, yani düşünce de, Eros’un bir başka özelliği. Aşk, aynı zamanda bilgi aşkı, hakikat arzusu. Bazen felsefe okumak bile Eros’u bir nebze canlandırmaya yetiyor, bir kıpırtıya yol açıyor en azından. Hâlâ bir hayat belirtisi var sanki.

“Başka” ile “Aynı”

Byung-Chul Han, neo-liberal kapitalizmin ve dijital çağın narsisizmini bütün aşk ilişkilerinin erozyonunda baş sorumlu olarak görüyor demiştim en başta. “Başka”yı “Başka” olarak görme kapasitemizi kaybettiğimiz teşhisini koyuyor. Aşkta asıl olan, insanın kendi ego’sundan çıkıp bir başkasına yönelmesidir, diyor Han. “Başka” hep büyük B ile yazılıyor, belki aşırı kullanılan “öteki” kavramıyla karışmasın diye.

Ama işte kapitalizm ve dijital teknoloji başkasının başkalığını aşındırıyor. Her şey birbiriyle kıyaslanabilir olsun, benzer ya da “aynı” olsun, yani metalaşsın istiyor bu düzen. Her şeyin indirgenebilir ve tüketilebilir olması gerekiyor. Daima kendini referans alan, narsisistleşmiş ego için başka herkes, kendisine yatırım yapabileceği birer kaynak, kendini besleyeceği birer aynadan ibaret.

Tüketim toplumu “farklılıklar” yaratabilir, farklı seçenekler sunabilir tüketiciye, ama farklılık ile başkalık tamamen ayrı şeyler. Farklılık bir tüketim nesnesi olabilir, halbuki başkalık tektir, biriciktir, deneyim olarak tüketime sunulamaz.

Bu nedenle tüketim toplumu, insanı “başkalık” denen negatif kutuptan mutlaka uzak tutmak üzere ayarlanmıştır. İnsanı aniden bu tekdüze tüketim çarkının dışına fırlatabilecek aykırı, altüst edici, sorgulatıcı herhangi bir “başkalık” deneyiminden uzak tutmak üzere kurulmuştur kapitalist düzen. Aşk/Eros altüst edici bir deneyimdir, hazır kurallara pek uymaz, doğası icabı aykırıdır, insanı sadece aşk tutkusuna değil, her tür başkalığa açık bırakır, dolayısıyla kurulu düzenin düşmanıdır.  

Buna karşılık seks, yani cinsellik alabildiğine serbesttir. Oysa Eros cinsellikten daha fazla bir şeydir. Kapitalizmde sonsuz seçme özgürlüğü sunulur gibidir bize, eşler sürekli değişebilir, pornografi teşvik edilir, dijital ortamda alışveriş yapar gibi partner bile seçilebilir, yeter ki sarsıcı bir “başkalık” deneyimi olmasın. Han’ın deyişiyle, başkalık deneyimi “Başka” olandan mahrum edilince de, insanın sevmesi imkânsızlaşır, insan aşık olamaz, sadece tüketir.

Sonuç, Han’ın “Aynılık cehennemi” dediği, tatminsizliğin ve depresyonun hâkim olduğu bir kısır döngü. Özetle, günümüz insanı, aşkı aynılık cehenneminde aramakta, sosyal ilişkiyi ise teknolojide, dijital ortamda deneyimlemektedir. Mahremiyet bütün gizemini yitirmekte, aşkın ise Han’ın deyimiyle “anlatısallığı” yok olmaktadır. Her şeyin çıplak, görünür, şeffaf ve tüketilir olduğu bir çağdayız.

Çağdaş yaşamın ve insan ruhunun böylesine hırpalandığı bir sürece parmak basarken, Han elbette yatak odalarımızın kapılarını açtığımızı kast etmiyor – gerçi bunun da yapıldığı çok örnek var. Burada kast edilen, mahremiyet aşınması, özel hayatın da tüketim nesnesine dönüşmesi.

Hem aynılaşmak hem de dijital olarak gözetlenebilir olmak nedeniyle mahremiyetin dönüştüğünü kast ediyor bence felsefeci. Bunun uzantısı olarak da başkalığı deneyimlemek, sadece sınırlarda dolaşmakla, aşırı uçlarda deneyim yaşamakla mümkün olabiliyor.

Daha sert bir ifadeyle, bizi artık bir tek felaket yahut delilik gibi aşırılıklar uyarabilir görüşünde, biraz ölü canlar olduğumuz kanısında... “Ancak ölümle göz göze yaşarsak gerçek bir varoluş sahibi olabiliriz” şeklinde bir tez bu.

Bu tezde varoluşsal açıdan bir doğruluk payı görmekle birlikte, tam olarak katılmıyorum, çünkü insanın sadece felaketler sayesinde kendini gerçekten canlı hissedebileceği, yaşadığını hissedebileceği tarzında apokaliptik görüşleri yanlış ve biraz da kötü anlamda romantik buluyorum. Ben mahremiyetin yaratılabilir ve deneyimlenebilir olduğunu düşünüyorum öncelikle. Bunun eskisi kadar kolay olmadığını kabul ediyorum, ama kapitalist mantığa tamamen teslim olduğumuza katılmıyorum.

Ayrıca insan sahicileşmek için felaket beklemek zorunda değil. Beklenmeyenle ve bilinmezlikle karşılaşmak, bence hayatın özünde var. Bunu her an hepimiz yaşayabiliriz ve yaşıyoruz. Önemli olan galiba daha keskin bir farkındalık sahibi olmak.

Burada eklemem gereken bir nokta daha var ki, sonra tekrar değineceğim, Han’ın “Başka” diye nitelediği deneyimin (yani Eros’un, yani aşkın, yani şevkin) tek örneği, başka bir insanla yaşanılan mahrem ilişki değil. Kendi ego’muza indirgeyemeyeceğimiz bir başka insanın gerçekliğine dokunmaktan öte bir boyutu daha var Eros’un, yani “başkalığı” arzulamanın. Sıradan deneyimin dışında duran ve sahip olunamaz her tür “Başka”yı isteyiş, arayış, keşfediş de dahil bu serüvene – sanatsal yaratıcılıktan, politik eyleme kadar.

Kapitalizmin Eros’a zıt düşmesi, Eros’u yıpratması şaşılacak bir şey değil, böyle bakınca. Eros, çok temel dönüşümlere açık olmayı içeriyor çünkü. Eros otorite karşıtı, anarşist, özgürlükçü bir enerji. Asıl sorun, bugün kapitalizmin parıltılarıyla ve tuzaklarıyla kafası karışmış insanın özgürlüğü yanlış yerde arıyor olması galiba.

Böylece insan bugün gerçekte özgürlükle hiç ilgisi olmayan, sahte bir “özgürlük” peşinde koşuyor. Han’a göre “Başkalığın” kaybı, insanı sadece çalışmaya, daha çok şey istemeye ve borçlanmaya iterken, aşk ilişkisini de cinselliğe, yani performansa indirgemeye yöneltiyor. “Başkalığa” uzanamayan deneyim, yenilenmek yerine sadece yorgunlukla, çaresizlikle sona ermeye mahkûm.

Kapitalizm nasıl borçlanma ve “noksanlık” hissetme üzerine kuruluysa, günümüzde aşk ve sevgi ilişkileri de muhasebeye indirilmiş durumda. Halbuki Han’ın bize hatırlattığı gibi, aşkın/Eros’un muhasebesi yoktur, olamaz. Bu nedenledir ki, her şeyi muhasebeye indirgeyen bu düzende, insanın kendini yenileme, kendini şaşırtma, bambaşka olana açılma özgürlüğü elinden alınıyor.

Narsisist-Depresif Özne

Burada Byung-Chul Han’ın parmak bastığı şey aslında günümüzde insanın psişik yapısının da tahrip ediliyor olması. Önceki dönemlere kıyasla iktidarın ve otoritenin bizleri psikolojik açıdan da ele geçirmesi söz konusu. Felsefeci bunu şöyle özetliyor:

“Bugünün narsisist performans öznesi her şeyden önce başarının peşindedir. Elde edilen başarılar, Bir’in Başka üzerinden doğrulanmasını beraberinde getirir. Bunun sonucunda, başkalığından mahrum bırakılan Başka, Bir’i egosu içinde onaylayan ayna rütbesine indirilir. Bu tanıma mantığı narsisist performans öznesini kendi egosu içinde kıstırır. Böylece bir başarı depresyonu gelişir. Depresif performans öznesi kendi içine çöker ve boğulur.” (s.11)

Han’a göre, depresyon narsisist bir arızadır ve narsisist-depresif özne “kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır.” “Başka” tarafından terk edilmenin, yani yenilenme imkânından, yani Eros’tan yoksun kalışın sonucudur bu. “Eros ve depresyon birbirlerinin karşıtıdır.”

Günümüzde depresyonun dünyanın bir numaralı hastalığı oluşuna da böylece şaşmamak gerektiği çıkıyor meydana. Günümüzün “risk almadan” aşk, “tehlikesiz” aşk vaat eden, dar çemberden çıkmayı men eden, “herkes dengini bulsun” düsturuyla şartlanan ilişki dünyası, depresyonu aşmaya muktedir değil.

Peki, nasıl olmalı aşk, bu durumda? Bu soruyu, Han’ın kitabında sıkça sözü geçen bir başka felsefeciyi de ziyaret ederek irdelemeye çalışalım.  

 

Alain Badiou’ya bir selam

Eros’un Istırabı’nın İngilizce çevirisinde Fransız felsefeci Alain Badiou’nun bir önsözü olması hiç şaşırtıcı değil, çünkü Byung-Chul Han belli ki iyi bir Badiou öğrencisi ve ona çok şey borçlu.

Badiou bu önsözünde Han’ın denemesini “aşkın savunulması, yani aşkın yeniden icat edilmesi için” bir çağrı olarak tanımlıyor. Kendisi de 2012 yılında çıkan Aşka Övgü kitabında aynı çağrıyı yapmıştı.

Badiou’nun 80 yaşına yaklaşırken bir modern zaman aşk peygamberi olarak ortaya çıkması pek şaşırtıcı değildi, çünkü bir 68’li olarak zaten o güne kadar verili kabulleri sarsmakla geçirmişti felsefeci olarak hayatını.

Aşkın dönüştürücü bir deneyim, hayatı altüst eden bir karşılaşma olduğunu söylüyordu Badiou, aşkı insanın kendi ego’suna karşı durmasını gerektiren bir deneyim olarak tanımlıyor, narsisist benliği aşmakla ilgili olduğunu ileri sürüyordu.

Badiou’nun terminolojisi, Han’ınkinden biraz farklıydı elbette, ama benzerlikler de vardı. Nicolas Truong’la birlikte gerçekleştirdiği bu çalışmada, aşkın tehlikeleri göze alması gerektiğini, günümüzde insanların emniyette olmayı ve kişisel çıkarı her şeyin üstünde tuttuğunu Badiou da söylüyordu, tekbiçimliliğe, aynılığa karşı çıkıyordu, aşkı tehdit eden bir güç olarak “aynılık” kavramını Han’dan önce, ilk kullanan oydu.

Bizimle aynı şeyleri isteyen, aynı zevkleri yahut tüketim anlayışını paylaşan, denk bir insanla evcilleşme ve tüketim ufuklarına açılmak değil aşk. Badiou aşkı bir serüven, bir karşılaşma olarak tasavvur ediyordu. Temelde bir de terminoloji farkı var Han’la arasında. Badiou “Bir” ve “Başka” yerine, “Bir” ve “İki” diye tanımlıyor aşkı. Badiou’ya göre aşk, yani erotik karşılaşma, dünyayı ve hayatı başka açıdan görme imkânı sağlıyor bize, “Bir”in bakışıyla bakmak yerine “İki”nin bakışıyla bakmayı öğreniyoruz aşk sayesinde.

Bu tabii rahatsız edici, kolay uyum sağlanamayan, zor bir durum. Badiou “birlikte, ortaklaşa bir inşa” olarak görüyor aşkı. Aşk gerçeği bambaşka bir şekilde algılamayı gerektiriyor. Ama bir yandan da, erotik karşılaşmada “İki”nin, yani “Başka”nın gerçeğine açabiliyorsak kendimizi, her tür başkalığa, her yeniliğe de açabiliyoruz demektir. Böyle devrimci bir etkisi var Eros’un, başka alanlara da taşan bir etkisi var. Başkalarıyla birlikte bir şey oluşturmayı göze alabiliyoruz anlamına geliyor. Sosyal ve politiik hareketlere de katılma gücü sağlayabiliyor mesela.

Sonuçta, Platon’un felsefesine benzer bir şekilde, aşk/Eros, gerçeğe giden bir yol olarak tasavvur ediliyor, hem Badiou’nun hem Han’ın düşüncesinde. Felsefeye giden bir yol. “Bir”den “İki”ye atlamak, aynı zamanda çoğulluğa atlamak, yani hakikat aşkına doğru gitmek bir bakıma.

Badiou’nun aşka bakışının tamamen doğru yönde olduğunu düşünen Han, o bakışı daha da ileriye götürüyor. Eros’un Istırabı’nda, Badiou’nun “Aşk iki kişilik bir sahnedir” sözlerini aktarıyor. Bir’in perspektifi aşkta kesintiye uğruyor ve Başka’nın bakış açısıyla farklı bir dünya ortaya çıkıyor, “İki”ye geçiyoruz. Han bu geçişi, bir “olay” diye niteliyor. Olay, mevcut duruma bambaşka bir varoluş yolunu dahil eden bir “hakikat uğrağı” oluyor böylece. Başka lehine Aynı’da kesinti gerçekleşiyor. Hayat artık bildiğimiz hayat olmaktan çıkıyor.

“Kırılmanın negatifliği” diye adlandırıyor Han bu deneyimi. Ve bu deneyimi tıpkı siyasette başka bir şey için mücadele etmeye benzetiyor. “Olaysallık aşkı sanatla ve siyasetle ilişkilendirir” diye noktalıyor sözünü.

Yani Byung-Chul Han da, tıpkı Badiou’ya benzer bir şekilde, Eros’un ve Başka’nın kaybı yüzünden nasıl farklı alanlarda da eylem gücünden yoksun kaldığımız meselesinin üzerine parmak basmış. Ama çok daha ileriye götürüyor meseleyi. Siyasal eylemlilik durumumuzun zayıfladığına işaret ediyor mesela. Ve tezini geliştirirken, bir yandan çeşitli felsefecilerin argümanlarından yararlanıyor, bazen de onlara karşı çıkarak düşünüyor. Emmanuel Levinas, Martin Buber, Michel Foucault, Giorgio Agamben bu düşünürler arasında...

Eros üzerine Sokratik diyaloglar

Öncelikle, Foucault’nun “biyo-politik” üzerinden neo-liberalizmi ele alışına eleştirel bir ek yapar gibi “psiko-politik” bir boyuta el atıyor Byung-Chul Han.

Foucault’nun ele aldığı ırkçı, cinsiyetçi kontrol ve iktidar mekanizmalarından bir adım daha ileriye giderek, bugün dijital teknolojinin sağladığı “gözetleme” ve “bilgi edinme” yoluyla bireyleri, kitleleri kontrol etme olanağının ortaya çıktığını hatırlatıyor Han. Ve burada iki noktada Foucault’dan ve başka bazı düşünürlerden ayrılıyor.

Birincisi, Foucault’nun neo-liberal düzene yanlış yahut eksik baktığı kanısında:

“Foucault, neo-liberal ‘homo economicus’un bir disiplin toplumunda yaşamadığını, kendi kendisinin girişimcisi olarak artık bir itaat öznesi olmadığını söyler ama, bu girişimcinin gerçekte özgür olmadığını, kendi kendini sömürürken özgür olduğunu zannettiğini gözden kaçırır.”

Yani Han’a göre, kapitalizmin sömürü mekanizmasını bizler bireyler olarak, bedenler ve zihinler olarak artık içselleştirmiş durumdayız. Baskıyı biz kendimize uyguluyoruz. Foucault bu yüzden “insanın kendi kendini sömürmesinin temelindeki şiddeti göremez”. (s. 17-18)

Han’ın bugünün toplumunda siyasal şiddetin yanı sıra psişik/psikolojik şiddete de maruz kaldığımız tezi önemli bir tez. Bu açıdan, Metis Yayınları’nın gene 2019’da çıkarttığı Psikopolitik kitabı da, Eros’un Istırabı’na akraba, onun yanı sıra okunması ilginç olacak bir çalışma.

Han’ın görüşünde, başarıya endeksli günümüz performans öznesi için, bir şeyleri sürekli “becerebilmek” önemlidir, bu özne hep depresyona ve tükenmeye yatkındır, sınırdadır, sürekli yorgundur. Halbuki “Eros Başka’yla, başarının ve becerebiliyor olmanın dışında kurulan ilişkidir. ‘Becerememeyi becermek’ onun negatif yardımcı fiilidir.”

Bir başka deyişle, gerçek deneyim, yani beklenmedik olan ve sahiden başka olan, performans nesnesi olamaz, ne insan onu tüketebilir ne de o insanı. Eros insanı geliştiren bir enerjidir. Halbuki günümüz başarı öznesi için performanstır, yani sadece cinselliktir aşka egemen olan boyut.

Han’ın ifadesiyle: “Bugün aşk cinselliğe, (yani) kendisi de başarı emrine tabi olan cinselliğe dönüşerek pozitif bir hal alıyor. Seks başarmaktır. Ve seksilik çoğaltılması gereken sermayedir.”

Han’ın bakışına göre bu nedenle aşk “olay örgüsü, anlatı, drama” dediği özellikleri kaybediyor, sadece haz ve tüketim formülüne dönüştürülüyor. Ayrıca gizem, mahremiyet, saklılık gibi özelliklerini de kaybederek çıplaklaşan bir aşk anlayışı egemen, yani cinsellik olarak bile aşk sadece pornografiye indirgenmiş durumda.

Mahremiyetin yok olduğu konusundaki demin söz ettiğim çekincelerim bir yana, bu analizi doğru buluyorum.

Han’ın daha önce yazdığı kitaplarda, örneğin Şeffaflık Toplumu gibi çalışmalarında da söz ettiği bir şey bu, “çıplak yaşam” son derece indirgenmiş, boyutsuz, gizemsiz bir yaşam. Her şey ortada ve açıkta.

Bu da bizi Han’ın diğer bazı felsefecilerden gene ayrıldığı öbür noktaya getiriyor: Birçoklarının dijital iletişimi, sosyal medyayı özgürleştirici bulmasına, yeni bir örgütlenme ve direnme aracı olarak görmesine karşın, Byung-Chul Han tam tersine, iletişim teknolojilerinin bizleri daha da fena batağa gömdüğü kanısında. Siber-ütopya tasavvurlarını kesinlikle kabul etmiyor. Dijital iletişimi “narsisist ego makinesi” diye tanımladığı gibi, dijital olarak gözetlenebilir olmamız, hakkımızda her şeyin bilinebilir olması Han açısından Jeremy Bentham’ın “Panoptikon” hayalinin gerçekleşmesi anlamına geliyor.

18. yüzyılda, hapishanelerde tutukluların gardiyanlar tarafından her an her yerden gözetlenebilmesi için Bentham’ın çizdiği daire şeklindeki hapishane tasavvuru, yani panoptikon, Han’a göre dijital teknoloji sayesinde mükemmeliyete erişmiş durumda. Topluca dijital göz hapsindeyiz.

Öte yandan, daha olumlu ve onaylayıcı diyalog kurduğu felsefecilerin düşüncelerine dayanarak ve onların görüşlerini geliştirerek de tezini inşa etmeyi sürdürüyor Byung-Chul Han.

Örneğin, yeni teknoloji sayesinde mesafe duygumuzun aşınmasıyla Eros’un aşınması arasında bir ilişki kuruyor. Her şeyi yakınlaştırmaya çalışırken aslında kurduğumuz şey yakınlık değil mesafesizlik, yani yaşamayan bir alan kuruyoruz Han’a göre.

Halbuki, Martin Buber’in “birincil mesafe” dediği şey, insan olmanın ana ilkelerinden biridir. Günümüzde seks, cinsellik, romantizm yahut aşk zannettiğimiz –aslında birbirimizi cinsel haz nesnelerine indirgememizden ibaret olan– bu ilişkiler, “Başka” ile olan bu birincil mesafeyi aşındırmaktan başka işe yaramaz, böylece başkalıkta aşkın olan boyut, heyecan, esrime, serüven, hayatımızdan silinmeye başlar.

Benzer şekilde, aşkın zamanla ilişkisini ve bizimle biraz zalimce oynamasını da Emmanuel Levinas’ın düşünceleriyle destekleyerek olumluyor Byung-Chul Han, adeta neler kaybetmekte olduğumuzu hatırlatmak ister gibi.

Han’ın sözleriyle, “Sürekli geleceğe doğru gözden kaybolan şeyin peşine düşmektir” aşk, mesela. Yahut Levinas’ın sözleriyle, okşamak “kendini geri çeken bir şeyle oyun”dur. (s .23)

“Hem veren hem de gizleyen” bir çehresi vardır Eros’un. Bizimle oynar. Hayat da bizimle oynar. Bu oyuna girmektir asıl yaşamak. Ve evet, acı da çekmektir. Sadece haz değildir ilkesi. Ve en önemlisi, Başka’nın ekonomik tüketim nesnesi haline gelmesine karşıdır Eros. “Başkalık tüketilebilir bir farklılık değildir.”

Ama işte her şeyi tüketilebilir kılmak isteyen kapitalizm, müstehcene yönelmekten hiç geri durmaz Han’a göre. Pornografiyi egemen kılmaktan çekinmez. Aynı zamanda her şeyin kutsallığından sıyrılmasını amaçlar. Kutsallık bile bir piyasa değeridir kapitalizmde. Halbuki Eros, piyasası olmayan, sahici bir kutsallık, yani aşkınlık içerir. Başka deyişle, bilinmeyenle, bilinmezlikle temas kurmamızı sağlar.

Bu bağlamda, Giorgio Agamben’in “profan” dediği, yani kutsal olandan sıyrılmayı, kutsala karşı çıkmayı, ona koşut olarak sekülerleşmeyi öne çıkaran tezini, Byung-Chul Han eksik buluyor. Bugün her şeyin bir satış değeri olması nedeniyle, her şeyin bir de sergileme değeri var. Müzeler, galeriler, medya, bütün araçlar, bütün ticari ve kültürel mekânlar bir sergileme, hatta teşhir etme alanı.

Agamben’in bu sergileme ilkesini erotik iletişimin yeni bir biçimi olarak tanımlama çabasını Han doğru bulmuyor, sekülerleşmenin fazla ileri götürülmesi olarak görüyor.

Han’a göre günümüzde aşırıya kaçan gösterme, sergileme, gösterime sunma eğilimi, Eros’u canlı kılan her tür gizemi ve anlatısallığı yok ediyor:

“Agamben’in beklentisinin aksine, gösterime sunma her tür erotik iletişim imkânını ortadan kaldırır. Gizemi ve anlatımı olmayan, sadece sergileniyor oluşuna indirgenmiş çıplak yüz müstehcen ve pornografiktir. Kapitalizm, her şeyi bir meta olarak düzenleyip görücüye çıkardığı ölçüde toplumun pornografikleşme sürecini şiddetlendirir. Cinselliğin başka bir kullanımını tanımaz. Eros’u pornoya dönüştürerek kutsallığını bozar.” (s.38)

Aynı şekilde, bugün aşkla ilgili sosyolojik çözümlemelerin de, yanılgı içinde olduğu ve hedefi tam bulamadığı kanısında Byung-Chul Han. Özetle günümüz aşk sosyolojilerinin, Eros felsefesini tamamen ıskaladığını düşünüyor. Bu bağlamda, Eva Illouz’un Aşk Neden Acıtır adlı çalışmasına da eleştirel olarak bakıyor kitabında.

 

 Ütopya değil “Atopya”

İllouz’un bu kitabını okuduğum zaman, incelemesini ilginç bulmakla birlikte, günümüzdeki enformasyon ve seçenek yüklü serbestlik ortamında aşkın acılarına karşı bir savunma olarak ironiyi öne çıkartmasını ben de yadırgamıştım.

İroni bana Eros enerjisine ilişkin olarak kendimizi çok kaypak bir yere konumlamak gibi görünmüştü.

Şimdi Byung-Chul Han’ın kitabını okuyunca, başka bir sorunun daha farkına vardım. İroni bir tür mesafe almaktır, ama bu Martin Buber’in teorileştirdiği “birincil mesafe” kavramından farklı bir mesafe alış. Birincil mesafe, kendimizi aşktan uzaklaştırmak değil, tersine kendimizi aşka yani Başka’ya açmak edimidir. Bu mesafe, nihayette mutlak ulaşılır olamayan arzu nesnesini “şeyleştirmeyi” engelleyen bir edimdir, savunma stratejisi olarak düşünülmez.

Illouz ise çeşitli pozisyonlarda konumlanan arzu nesnelerinin, aşk seçeneklerinin, tercih kararlarının arasında, kendimizi ironiyle konumlandırmayı önerirken, Eros’un aşınmasına karşı bir direniş geliştirmiyor aslında.

Han ise Illouz’un analizinde çok daha ciddi bir başka eksiklik görüyor. Onun açısından tercih, geçerli bir felsefi kategori değil. “Partner seçimi için kriterler formüle etme ve geliştirme konusunda sonsuz becerisi olan” bugünkü narsisist benlik, aslında arzulamıyor, sadece isteklerini farklı örgütlüyor, Han’a göre. Halbuki istekle arzu aynı şeyler değil.

Eros’a ilişkin kendi benliğimizi konumlandırma sorunu, Han için en önemli noktalardan birisi. Çünkü aşka ilişkin bütün fantezilerimizin, arzumuzun, belirlenmemiş bir mekânda cereyan ettiğini öne sürüyor. “Arzuladığım ve beni büyüleyen Başka, mekânsızdır” diyor. Roland Barthes’ı örnek alarak, Eros’un kapladığı “olmayan yeri” yani bilinmezlik alanını “atopos” diye tanımlıyor.

Tüketim toplumu, tüketilebilir “heterotopik” farklılıklar yaratmak peşindedir, bu nedenle de Eros’taki tüketilemez “atopiyi” bertaraf etmeye çalışır. Atopos bir negatif geri çekilmedir, Han’a göre. Aşka dair gerçek fantezi, böylesine tanımsız, belirlenmemiş, bilinmeyen bir mekânda ikamet eder.

Halbuki Illouz ve onun gibi sosyologlar, fantezi ile beklenti arasında yanlış bir eşitlik kurmaktadır Han’a göre. Aşktan beklentilerimiz boşa çıktığında duyduğumuz düş kırıklıkları ve zırh olarak kullandığımız ironi, Han’ın gözünde Eros’a ilişkin kategoriler değil.

Burada Han, eski bir halk deyimine, “Aşkın gözü kördür” deyimine benzer bir görüş öne sürüyor. Erotik fantezi aslında gözlerimizi kapatarak, “başka” bir hakikatı duyumsamakla özdeştir onun tezine göre: “Şeylerin iç müziği ancak gözlerimizi kapatıp onlarda oyalanmaya kapı aralandığında işitilebilir.” (s. 45)

Ama gözleri kapatmak, bugünün hızlı, hiperaktif, pozitife ve kolaya bağımlı toplumunda “uyumsuz kaçan bir negatifliktir”. Bugünün toplumu “hiper-görünürlük” toplumudur, hayat çıplaktır, her şey şeffaf ve ortada olmak zorundadır.

Böylece gene Bentham’ın “Panoptikon” tasavvuruna geldik. Bugünkü dijital görünürlük çağında, hayal gücü ve fantezi gibi kendi iç dünyamızın zengin, yaratıcı kaynaklarına bile ulaşamıyoruz, gözlerimizi kapatamıyoruz, tefekkür bizim için bir imkân olmaktan çıkıyor.

Böylelikle aşk bir ütopya değil, bir atopya. Eros’un enerjisi bizi bilinmeyen, başka deneyimlerin eşiğine götürüyor Byung-Chul Han’a göre. Hatta, Levinas’ın “Eros etiği” dediği düşüncesinde delilik ve aşırılık gibi sınır aşmalarına yer olmayışını da eleştiriyor. Eros’un aynı zamanda bir ihlal ve sınır aşma deneyimi olduğunu savunuyor.

Burada Byung-Chul Han’ın, benim de daha önce üzerine yazdığım ve Türkçede önceki yıl çıkan diğer kitabına, Zamanın Kokusu adlı çalışmasına da bir gönderme var. (Metis 2018)

O kitapta Han, bir zaman krizi yaşadığımızı öne sürüyor ve bu nedenle eşiklerin hayatımızdan çekildiğini, geçitlerin, bize zamanın kokusunu/büyüsünü duyumsatan ara-yerlerin ve gölgelerin yok olmaya yüz tuttuğunu söylüyordu.

Günümüz toplumu ölümü bile düşünemiyor, kabullenemiyor, ölümün negatifliğinden tamamen uzaklaşmayı hedefliyor ve bu nedenle zamanın bize kazandırdığı zengin anlatısallığı da yaşamdan dışlıyor diye bir tez geliştirmişti Han o kitapta.

Şimdi Eros’un Istırabı kitabında o tezin devamı olarak, “Eşiklerin negatifliği olmadan, eşik deneyimler olmadan fantezi deforme olur” diyerek, bir kez daha Eros’la birlikte sanatın ve edebiyatın da krizde olduğu görüşüne getiriyor bizi.

Bu bağlamda “Yeni Roman” akımının öncülerinden Fransız romancı Michel Butor’un görüşlerini de aktarmış kitabında. Bir entelektüel kriz, bir iletişim krizi söz konusu günümüz dünyasında, her iki yazara göre. Tıpkı fantezinin hiper-görünürlükte silinmesi gibi, hayal gücü ve yaratıcılık için gerekli olan iç sessizlik de, bugünkü korkunç teknolojik iletişim gürültüsü tarafından yok ediliyor.

2012 yılında Alman Die Zeit gazetesine verdiği mülakatta bunu dile getiren Butor’a göre “On ya da yirmi yıldır edebiyatta neredeyse hiçbir şey olmuyor. Basılan eser bolluğuna karşın, tam bir entelektüel durgunluk söz konusu. Bunun nedeni de iletişim krizi. Yeni iletişim araçları takdire değer olmakla birlikte, olağanüstü bir gürültüye yol açıyorlar.”

Bu görüşü onaylayan ve tamamlayan Han’a göre de “Şeffaflık ve enformasyon toplumunun gürültü seviyesi çok yüksek.” (s. 54)

Eros’un Siyaseti

Eros’la birlikte edebiyatın ve sanatın da girdiği krizin yanı sıra, bir temel gücümüz daha eksiliyor Byung-Chul Han’a göre, o da siyasi direniş, yani yenileşme için eyleme geçme kapasitemiz. Bunu Badiou ile benzerlikleri bağlamında daha önce görmüştük, şimdi daha kapsamlı ele alabiliriz, zira Han kitabını son olarak, hem siyasetin, hem de düşüncenin zaafa uğradığı görüşüyle sonuçlandırıyor. Ve bu ikisi birbiriyle yakından bağlantılı teşhisler.

Bağlantılı olmalarının nedeni, klasik felsefede, örneğin Platon’da olduğu gibi ve daha sonra birçok modern felsefecinin çalışmalarında da tekrarlandığı gibi, Eros’un insan ruhunun bütün kısımlarına egemen olduğu görüşü. Öyle anlaşılıyor ki, Han da bu Platoncu görüşe yakın duruyor.

Bu sınıflandırmaya göre, Eros’un “cinsel arzu” dediğimiz, Yunancada “epythimia” denilen özelliğinin yanı sıra, iki özelliği daha var; biri “thymos” yani “tutku” (Han’ı ustalıkla çeviren Şeyda Öztürk bunu “gözüpeklik” diye aktarmış), diğeri de “logos”, yani akıl/düşünce.

Eros bir bütün olarak bizi canlı kılan enerji kaynağı olduğuna göre, bu farklı kısımların birbirinden ayrılması, insandaki bütünlüğü bozan ve kapasitelerini zayıflatan bir unsur. Tam da Han’ın dijital, neo-liberal kapitalizmin bizde yarattığını öne sürdüğü tahribatın bir özeti.

Eşikleri ve kopuşları deneyimleme yetimiz zayıfladığı için, zamanı ve negatifliği doğal karşılayamadığımız için, “thymos”/tutku zayıflıyor, Han’a göre.  Bu nedenle de siyasi özneler olmaktan, gerçek yurttaşlar olmaktan uzaklaşıyoruz.

“Neo-liberalizm, bilhassa Eros’u cinsellik ve pornografiyle ikame ederek toplumun genel olarak siyaset dışı kalmasını sağlar.” (s.48)

Böylece Han’ın ifadesiyle, “Ortak bir eylem, bir Biz imkânsızlaşır.”

Bu konuda bir kez daha Badiou ile aynı fikirde: “Başka bir yaşam formuna, başka, daha adaletli bir dünyaya duyulan ortak arzu olarak siyasi eylem, daha derin düzeyde Eros’la ilişki içindedir. Eros siyasal ayaklanmalar için bir enerji kaynağı oluşturur.”

Burada ilginç olan nokta, Han’ın günümüzdeki birçok ayaklanmayı Eros’un yolunda –yani doğru yolda– görmemesi. Sosyal medyada haberleşerek oluşturulan kalabalıklara bir başka kitabında “swarm” adını vermiş. Yani kümelenme. Kovan değiştiren oğul arılar gibi, bir tür kaynaşma olarak görüyor günümüz kitle eylemlerini.

Bu hareketlerin gerçek birer politik açılım yaratmadığı, sahici bireyselliği ifade etmeyen kolektifler olduğu kanısında ve daha da önemlisi, neo-liberal kapitalizmin esas kalelerinde önemli gedikler açamadıklarını düşünüyor. Eros’un krizi, politik aktörler olarak yaşadığımız güçsüzlük krizini de içeriyor.  MIT Press’ten çıkan In the Swarm: Digital Prospects (2017) kitabı da bu açıdan Türkçeye kazandırılmayı bekliyor bence.

Negatif diyalektik bir geriye gidiş mi?

Aynı şekilde, kitabın “Teorinin Sonu” adını verdiği son bölümünde, Byung-Chul Han, Eros’la birlikte Logos’un da krizde olduğunu saptayarak bitiriyor çalışmasını. Bu belki de onun için en can alıcı nokta.

Başkalığın çağdaş toplumdan yok edilişinin belki de en tehlikeli sonucu, Han’a göre, düşüncenin yani teorinin de yok olmaya yüz tutması.

Bu bağlamda Eros ile Logos’u ilişkilendirmeye örnek olarak, Martin Heidegger’in karısına yazdığı bir mektuptan alıntı yapmış. Kitapta belki de en hoşuma giden düşünce izleklerinden biri buydu.

Heidegger karısına duyduğu aşktan ayrı düşünemeyeceğini söylediği bir “başka şey” üzerine söz alıyor bu mektupta. Ve bu “başka şeye” Eros adını veriyor. Nedir o şey? “Daha önce ayak basılmamış bir yere gitmek” Heidegger’e göre. Bu mecazi yahut fikirsel bir yer anlamında da kullanılmış belli ki. Yani, Han’ın kullandığı terminolojiyle, “Başka”ya yönelmek, yönelebilmek.

Özetle, Han için teori, yani düşünce üretmek de, aynı bu şekilde, “Başka” olana bir yolculuk, böyle bir yolculuğu göze almak ve yepyeni, başka bir şeye ulaşmaya çabalamak.

Heidegger, düşüncelerinde ne zaman ayak basılmamış bir yere gitmeyi göze alsa, yani kendini yeniliğe açsa, “bu tanrının (Eros’un) kanat çırpmaları” çıkıyor karşısına. “Uzun zamandır hissedilen bir şeyin söze dökülebilen şeylerin bölgesine kaydırılması” olarak tanımlıyor teoriyi. Ama hem bu serüvenin peşine düşmek, hem de elimizde olanı korumak ve evine sağ salim dönmek, bazen neredeyse imkânsız görünüyor Heidegger’e.

Han bunu kendi açısından yorumluyor: “Dilsiz, atopik Başka’yı dile sokmaya çabaladığı anda düşünce, Eros’un kanat çırpmasından güçlü ve tekinsiz bir şekilde etkilenecektir.” Han’a göre, bunun tekdüze, “aynı”lık içinde sürdürülen çalışma edimiyle bir ilgisi yok, bu tamamen yaratıcı bir şey.

Halbuki günümüz düşünce hayatı, tamamen veri kıyaslamasına dayalı, örüntüler elde etmek üzerine kurulu, teknoloji sayesinde yapılabilen öbeklemeleri “teori” olarak adlandırıyor, hatta daha da fenası, teoriye yakında zaten gerek kalmayacağını, elimizdeki muazzam veri bolluğunun neredeyse kendiliğinden ortaya anlamlı bağlantılar çıkaracağını varsayıyor.

Can çekişen Eros’un, bir de Logos anlamında tükenmesidir bu, Han’a göre. “Bugün dur durak bilmeden büyüyen veri ve enformasyon yığını bilimi teoriden, düşünceden büyük ölçekte ayırmaktadır. (…) Verilerin düzenlenmesi ve kıyaslanmasından ibaret olan veri tabanlı pozitif bilim (Google bilimi) belirgin anlamıyla teoriyi bitirmektedir.” (s.53)

Halbuki Han, teorinin, dünyayı biçimlendirmek açısından hayati önem taşıyan bir şey olduğu kanısında. Ve teorinin bugünkü krizinin, edebiyatın ve sanatın kriziyle de pek çok ortak noktası olduğuna inanıyor.

Veri, bilgi değil sadece malumattır, tıpkı Eros’u dışlayan arzunun aşk değil sadece cinsellik olması gibi. Halbuki gerçek bilgi negatiftir, seçicidir. Ve daima, Heidegger’in sözünü ettiği ayak basılmamış bölgede “bir farklılaşma patikası açar.”

Tıpkı Eros’ta deneyimlediğimiz “Başka” gibi, Logos’ta, yani düşüncede deneyimlediğimiz “Başka” da atopiktir Han’a göre, hazır bir yeri yoktur, bilinmeyen bir yerdedir. Bu aykırılığı nedeniyle de gerçek bilgi tıpkı bir aşık gibi baştan çıkarıcıdır, o da bir sevgilidir adeta.

Han bize Platon’un eserlerinde Sokrates’i aynı böyle, bir “sevgili” ya da “dost” olarak tanımladığını hatırlatıyor. Sokrates’in bakışıyla “düşünce, ayak basılmamış bölgelere gitmeyi göze alır, ama orada kaybolmaz, çünkü Eros ona yol gösterir” diyor. (s. 55)

Sonuçta da kitabın belki asıl temasını özetliyor: “Felsefe, Eros’un Logos’a tercüme edilmesidir.” Yani biri olmadan diğeri de var olamaz.

Felsefe zaten bilgelik aşkı demek olduğuna göre, Eros düşüncenin olabilirlik koşuludur. Yani burada tıpkı siyasal eylem için Eros’un bize cesaret kazandırması gibi, düşünce için de aynı enerjiyi ve cesareti Eros’ta bulmamız, tekrara ve aynılığa düşmeden yeniyi yaratmamız söz konusu.

Deleuze’ün de iyi bir öğrencisi olduğu için, Han’ın kitabını Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir? eserinden bir alıntıyla bitirmesi hiç şaşırtıcı değil: “Dost, ….ya da sevgili diyelim ona, (…) Başka ile kurulan yaşamsal ilişkiyi yeniden düşünceden içeri almayacak mıdır?” (“Düşüncenin içine almayacak mıdır” diye çevrilse belki daha iyi olacaktı.)

Bu soruyla kapatıyor Han ilginç ve yoğun çalışmasını.

 

Tersine Panoptikon

Gördüğünüz gibi, bu kısacık ama çok katmanlı denemede teşhis ettiği sorunlara çare önermeden, ortaya attığı sorulara cevaplar vermeden bitiriyor Han kitabı.

Eros’un uğradığı büyük aşınma ve tahribata karşı ne yapabiliriz? Han’ın herhangi bir önerisi yok. Bir tek “negatifliği” çok sık vurguladığını görüyoruz. Ve bu noktada, kitabın İngilizce baskısına yazdığı önsözde Badiou hafif bir eleştiri yöneltiyor Han’a: Negatifliği mutlaklaştırmak mı tek çare? Şu eleştirdiğimiz çıkarcı, hazcı kültürün pozitifliğine karşı geliştirebildiğimiz tek silah bu mu?

Gerçekten de, negatif diyalektiği vurgulamak, zıtlıkların enerjisinden yola çıkarak bir çözüm aramak, biraz da Hegel’ci, Marx’çı bir çağrışımla, fazla geriye gitmek anlamına gelmiyor mu diye soran ve Han’ı eleştiren başkaları da var, görebildiğim kadarıyla.

Dediğim gibi, Han cevaplar konusunda sessiz. Belki bu sessizliği başka bir kitabında bozabileceğini varsayabiliriz. Yahut biz okurları bu sorularla kendi başımıza yüzleşmeye davet ediyor olabilir.

Burada belki de Han şu sürekli gönderme yaptığım panoptikon tasavvurunu tersine çevirmiş, özgürleştirici bir ters-panoptikon inşa etmiş diyebiliriz. Yani bizi dijital kapitalist hapishaneden kurtaracak bütün çıkış yollarını ve perspektifleri tek bir noktadan görebilmemizi sağlayan bir bakış inşa etmiş bu kısacık, yoğun denemede. Adeta Borges’in Alef’i gibi her şeyi içeren bir kristal nokta olmuş Eros çözümlemesi.

Dediğim gibi, cevapları vermiyor. Cevapları belki birlikte düşünerek bulacağız. Aşkı ve düşünceyi yeniden icat edeceğiz. Badiou’nun da izinde, 68’i fazlasıyla andıran bir yaklaşım gibi duruyor, ama ilginç bir açılım. 

Byung-Chul Han’ın son on yılda çağdaş yaşamın önemli sorunlarına işaret eden bir kriz peygamberi gibi ortaya çıkışı ve yazdığı bu çetin kitaplar, öyle sanıyorum ki, alternatifsiz görünen dijital kapitalizmin verdiği umutsuzluktan çıkış için bir kapı aralama arayışı olabilir.

Bu bağlamda, açtığı yollardan birisi daha hoşuma gitti, o da gerçeküstücülüğe yaptığı göndermeydi:

“Aşkı yeniden icat etmek gerçeküstücülüğün en önemli dertlerinden biriydi. (…) Gerçeküstücüler için Eros, dilde ve varoluşta gerçekleşen şairane bir devrimin mecrasıdır. Siyasetin de besleneceği, enerji veren bir yenilenme kaynağı mertebesine yükseltilir. Evrensel gücü aracılığıyla sanatsal, varoluşsal ve siyasal olanı birbirine bağlar. Eros tamamen başka yaşam formlarına ve topluma yönelik devrimci bir arzu olarak tezahür eder. Evet, gelmekte olana sadakati ayakta tutar.” (s. 50)

Biraz romantik belki, ama bir cevaba doğru, “gelmekte olana” doğru ilk adımlar olabilir mi acaba?

Buna benzer düşünce ve açılım durakları sayesinde, benim için bu kitabı okumak, sadece düşünmenin tadını almaktı galiba. Bazı şeylere isim koymanın keyfini duymaktı, beyin jimnastiği yapmaktı, tıpkı Heidegger’in dediği gibi, en azından benim için henüz ayak basılmamış yerlere gitmenin heyecanını yaşamak yeterliydi ve sanırım asıl önemli olan şeydi.

Hep söylüyorum – felsefeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Türkiye’de bu tür felsefi tartışmalara neredeyse hiç girmeyen, durağanlaşan bir düşünce ortamı oluştu sanki. Dolayısıyla Han’ın bu kitabı gibi kışkırtıcı çalışmaları önemsiyorum. Bizi küresel tartışmaya bir an önce katılmaya çağıran bir kitap bu.