Basbayağı sağcı bir kültür devinimini; özerk, bağımsız, kayıtsız, eyvallahsızmış gibi sunmak, sadece okuma yazma tecrübesinin ilk basamaklarındaki romantik gençlerin aklını çelebilir bir poz olarak kalıyor...
02 Mayıs 2019 10:30
Son yıllarda kültürel iktidar meselesinin bu kadar çok dillendirilmesi basit bir tespite dayanıyor. Buna göre, Türkiye’de iktidar muhafazakârların (İslamcıların?) elinde olmasına rağmen kültürel iktidar sol/ seküler/ liberal/ Kemalist seçkinlerde. Yani siyasal iktidarın sahipleri kültürel iktidarın sahibi değiller. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017’de “Siyasî olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” dediğinde, bunun en yüksek makamdan ifade edildiğini görmüştük.
Muhafazakâr çevrelerde, Selçuk Orhan’ın adını koyduğu şekliyle bu “kültürel iktidarsızlık”[1] meselesi hakkında maalesef kapsayıcı bir eleştiri görmüyoruz, daha ziyade birbirini tekrar eden gazete-dergi köşe yazıları ve başka mecralardaki denemeler ile üst üste yığılan bir hayıflanmalar[2] toplamı var karşımızda. İstisnaları hariç, kültürel iktidarın tam olarak ne demeye geldiğinin dahi açıkça tanımlanmadığı, tartışılmadığı bir toplam bu. Buna rengini veren temel hayıflanmayı iki uçlu bir soru cümlesinde özetlemek mümkün görünüyor: Devlet artık “biz”imken ve artık “biz”im kendi zenginlerimiz varken, neden bu kültürel iktidarsızlık?
Bu sorunun sürekli tekrarlanmasıyla ortaya çıkan döngü pek de tartışılmayan bir suçlamanın taşıyıcısı aslında: Aynı anda hem devlet hem de burjuvazi kabahatli bulunuyor, ikisinden de aynı anda şikâyet ediliyor. Önce şu var: Bu iki majör aktör en azından belli düzeylerde ya da belli dönemlerde çatışmalı ilişki süren iki unsur olarak değil, bir bütün olarak düşünülüyor. Dolayısıyla, şu basit varsayımın tartışılmadan kabul edildiğini söylemek mümkün: Bugüne kadar Cumhuriyet’in kültür elitini hem devlet hem de zenginler (burjuva) destekledi. Bugün kültürel iktidarın sahipleri, ancak bu destekle muktedir oldular. Devlet ile büyük burjuvazi aynı yönde bir kültür arzu etti ve buradan AK Parti öncesi kültür eliti zuhur etti.
Burada öncelikle devlet ile burjuvaziyi aynı bedende düşünen (hatta arzu eden) sağcı mutaassıp yanılsamanın çalıştığını görüyoruz.[3] Öte yandan, bu mantığın devamı olarak yeni kültürel iktidar iddiacılarının karşılarına alıp öteki olarak tanımladıkları kültür seçkinleri de homojenleştiriliyor ve tek bedene hapsediliyor. Lakin bu da, aslında apaçık bir yanlış kültür tarihi okumasına ya da en azından bir görmezden gelmeye dayanıyor. Zira, Türkiye’nin kültür elitinin azımsanmayacak bir bölümü, sahip olduğu görece özerk alanı, varsayılan homojen devlet ve burjuvazi blokunun desteğiyle değil, aksine “tüzüklerle çarpışarak” yaratmıştır. Bu çarpışma tarihine bir girizgâh olarak kabul edebileceğimiz şekilde, Tuncay Birkan yakınlarda yayımlanan Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri adlı kitabında devlet ile piyasa arasında kalmış “Türk muharriri”nin II. Dünya Savaşı’nın ardından nasıl devletin yanından devletin karşısına geçtiğini ayrıntılı bir arşiv çalışmasıyla anlatıyor.
Öte yandan, yakın tarihe baktığımızda, darbelerin özellikle sol çevrelerin (bugünkü kültürel iktidarsızlık hayıflanmasının öfke duyduğu ötekinin belki de en önemli öbeği) üzerinden buldozer gibi geçtiğini, bu çevrelerin hayatta kalabilmek adına kültür piyasasında zorlu bir mücadeleyle kendilerine alan açtığını görüyoruz. Soralım mesela: 1980 sonrası ortaya çıkan ve kültürel alanın önemli aktörleri hâline gelen İletişim, Metis veya Can gibi yayınevleri devlet desteğiyle mi yoksa devlete rağmen mi kendini var etmiştir?
Tam da burada, söz konusu kültürel iktidar tartışmasında, devlet ve burjuvazinin ötesinde bir kültür piyasasının bulunduğunun, bu piyasanın da kültürün şekillenmesinde önemli bir aktör olduğunun hiç akla getirilmediğini söylemek abartı olmayacak. Okura, seyirciye, kültür tüketicisine, Cervantes’in tabiriyle “halk denilen o eski kanun koyucu”ya yüzün dönülmediğini, onun taleplerinin ve belirleyiciliğinin tartışılmadığını, hatta umursanmadığını görüyoruz.
Ülkenin kültür piyasasındaki bu mümkün özerk alanı görmezden gelen hayıflanma ve kültürel iktidar arzusu çareyi nerede arıyor peki? Burada temel hareket, hayıflanmanın ertesinde “gözlerini babaya çevirmek” oluyor hep. Henüz birkaç hafta önce, 13 Nisan 2019’da Yeni Şafak gazetesindeki yazısında İbrahim Tenekeci çıkardıkları İtibar dergisinin zarar ettiğinden ve yeterince destek görmediğinden şikâyet ederken; iktidarın aklına hâlen sanatçı denince “şarkıcı, türkücü ve oyuncu” geldiğinden yakınıyor, “yeni nesil yetiştirme”nin ancak dergilerle mümkün olacağından dem vuruyor. Yazıda görmezden gelinmeye bir kez daha teessüf ediliyor: “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki hâkim kadro, Kürtçü ve Gezici dergilere bile reklam veriyor; Fayrap, İtibar, Şiar ve Temmuz gibi mecralara vermiyordu”.[4] İstanbul’daki belediyelerin kültür performansına baktığımızda, bu ifadenin hakikati konusunda derin şüphe duymamak elde değil, ama ne olursa olsun, daha önemli olan yazıdaki eda: Reklam verilseydi, elden tutulsaydı, "al sana, tamam, şimdi sensin iktidar" denseydi, her şey tamam olacakmış edası. Hayıflanma döngüsünün sonunda mesele gelip yine yeterince himaye edilmemeye dayanıyor.
Burada ilginç bir kendine haksızlık etme durumu da var aslında. İslamî kesim, varlığını en yoğun 1990’larda hissettiğimiz bir sivil toplum alanı ve bu alanda, özellikle de edebiyatta, dikkat çekici bir hareketlilik yaratmıştı. Hatta, bu devinimde parlayanların bazıları AK Parti iktidarında önemli mevkiler ve imkânlar edindi. Gelin görün ki, kamusal alanda İslamî renk giderek belirgin hâle gelirken, bu sivil alan da giderek devletleşti. Doğrudan ya da dolaylı olarak kamu fonuyla beslenen eski sivil aktörler de, iktidarla göbek bağına sahip olmamanın lüksünü ve hürriyetini kaybederek, özgürce konuşma ve üretme imkânını yitirdiler.
Aslında kültürel iktidar meselesinin bir hayıflanma olarak kalmasının, gerçek bir eleştiriye dönüşmemesinin sebebi de bu sivil alan yitimiyle yüzleşmekten kaçınmayla doğrudan bağlantılı. Baba’ya bırakın isyan etmeyi, onu eleştirmeye bile gözü kesmeyen muhafazakâr kültür alanının aktörleri, içinden geçtikleri bu dönemi hakikaten anlamak, tarihselleştirmek ve eleştirmek istiyorlar mı? Gerçekten sahip olunan yeni imtiyazları bırakıp gidecek cesaretleri var mı?
Bu hâldeyken, tabii ortaya çıkan en trajikomik hâlin hâlâ sivilmiş gibi yapmakta, özerklik rolü kesmekte olduğunu söyleyerek yazımı bitireyim. Bir yandan muktedirle “iki kaşık gibi iç içe uyurken” bir yandan Yort Savul diye televizyon programı yapmaktan alıkoymuyor kendini yeni imtiyaz sahipleri. Basbayağı sağcı bir kültür devinimini; özerk, bağımsız, kayıtsız, eyvallahsızmış gibi sunmak, sadece okuma yazma tecrübesinin ilk basamaklarındaki romantik gençlerin aklını çelebilir bir poz olarak kalıyor böylece.
[1]Mesele hakkında, okuyabildiklerim arasında en incelikli yazı Selçuk Orhan’ın Varlık dergisinin Haziran 2018 sayısında yayımlanan “Kültürel İktidarsızlığın Yakınmaları” oldu. İlgili okura canıgönülden tavsiye ederim.
[2]Çok sayıda benzeri olan hayıflanmalardan birini örnek olarak buraya bırakayım: “Kültürel İktidar” milletimizde midir, yoksa “bekâ”mıza kast edenlerde midir? Şüphesiz, ikincisindedir. Baktığımız her yerde bu gerçeği görmekteyizdir. Memleketin has evlâtları, “toprak kokan” sanatçıları hâlâ kıyıda köşededir, eğitim dünyamıza “seküler” de değil, “radikal-laikçi paradigma” hakimdir.” Serdar Arseven. “Ne Kadar Kültürel İktidar, O Kadar Bekâ” Milat. 24.03.2019. https://www.milatgazetesi.com/serdar-arseven/ne-kadar-kulturel-iktidar-o-kadar-beka/haber-199621
[3]Bunun bir sol versiyonu da olduğunu, bu sefer bir arzu nesnesi olmamakla beraber, bir eleştiri nesnesi olarak devlet ve burjuvaziyi tek bedende düşünen bir anlama biçiminin memleket solunda da yaygın olduğunu belirteyim.
[4]İbrahim Tenekeci. “Dergilerin Dertleri”. Yeni Şafak. 13 Nisan 2019. https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahimtenekeci/dergilerin-dertleri-2050007