Annelik ve queer bir aile kurmaya dair deneyimini büyük bir açıklık ve derinlikle ele aldığı Argonautlar kitabı vesilesiyle Maggie Nelson, Türkçedeki ilk söyleşisi için sorularımızı yanıtladı...
25 Temmuz 2019 10:30
İlanıaşkımdan bir iki gün sonra, kırılganlığın pençesine düşmüş vaziyette, Roland Barthes kitabından Barthes’ın seni seviyorum diyen özneyi ‘gemisini, adını değiştirmeden yolculuk esnasında yenileyen Argonaut’a benzettiği pasajı gönderdim sana. Nasıl ki Argo’nun parçaları zaman içinde değiştirildiği halde geminin adı Argo kalıyorsa, -aşkın ve dilin işlevi, bu hep aynı olan ifadeye daimi yeni anlamlar kazandırmak olduğuna göre -âşık ‘seni seviyorum’ cümlesini ne zaman zikrederse zikretsin bu sözün anlamı her defasında yenilenmeliydi. (Maggie Nelson, Argonautlar, s. 15)
Amerikalı yazar Maggie Nelson adını, tüm parçaları değişse de ismi değişmeyen Argo gemisinden alan Argonautlar kitabıyla, aşk, aile ve annelik hikâyesinden yola çıkarak utanması beklenen tüm kimliklerini bir ayna gibi okura yansıtıyor. Yazarının politik olma derdi olmasa da politik olmaktan başka şansı olmayan bu kitap, ne bir ders verme amacı taşıyor ne de varoluşunu başkalarına açıklama. Bu, özünde bir anı kitabı. Kapağını kapattığınızda da devam edebileceğiniz bir düşünme, okuma, izleme ve araştırma sürecine girmenizi sağlayan türden.
Kelimelerin de para gibi ticarî değerinin olduğu bu dönemde, sadece devlet ve baskın kültür tarafından değil, aynı zamanda bu tür kuvvetlere karşı mücadele yürüten kişiler tarafından da "bir şeye, bir kavrama" ait addedilmekten kaçamıyoruz. Üstelik “ait olduğumuzu” düşündüğümüz şey toplumsal kabul görmeyen bir kimlik dahi olsa durum böyle. Diğer yandan zihnimizin kendini ifade edebilmesinin en çok kullanılan yolu hâlâ kalıp işlevi olan kelimelerle kısıtlı. İfade ettiğimiz, adını koyduğumuz her şey anlamını yitirme ya da bir şeye indirgenme riskini de içinde barındırıyor. Her bireyin düşünme ve düşündüklerini ifade etme biçiminin farklı olması ise cabası.
Buna rağmen, kendisi de kelimelerin sınırlılığına değinirken, Maggie Nelson kendi ilişkisine dair böyle bir kitap yazıyorsa bu demek oluyor ki kelimelerin de kavramların da hâlâ bir anlamı var bizim için. Toplumun kişiyi “kalıba sokma” çabasına başka bir açıdan bakmak da mümkün: Her şeyi kategorileştirme çabasının en iyi eleştirisi ya da buna en iyi başkaldırı da kalıpları ters yüz ederek yazmak olabilir mi? Maggie Nelson, bir kitap yazmakla, özel hayatını kamusal kılmakla, kendisini toplumun değerlerine uymamakla suçlayan iktidar sahiplerini ya da yeterince queer olmadığını imâ edenleri eleştirirken bu kategorileri aşan bir tutum sergilemiş olmuyor mu?
Maggie Nelson, sanatçı Harry Dodge ile 2011 yılında tanışır. İlk haftalar buldukları her boşluğu birlikte yatakta geçirseler de Harry’ye hangi zamirle (He/She) seslenmesi gerektiğini bilmez. Henüz o zaman "They/Them" (Kendini ikili cinsiyet sisteminin dışında tanımlayan bazı kişiler “o/onun” zamirini bu şekilde kullanmayı tercih ediyor) zamirinin de bu kadar dolaşımda olmadığını düşünürsek, Maggie’nin arkadaşlarından birinin Harry’ye nasıl hitap etmesi gerektiğini bulmak için adını Google’lamasına şaşırmamak gerek. Harry kendini akışkan cinsiyetli (fluidly gendered) olarak görse, hatta Hook or By Crook filminde kendisi için “Ben özelim, ikisi bir arada” dese de dışarıdan çoğu zaman “erkek” olarak algılanır, bir "erkeğe" ait olmayan kimliğini ya da sürücü belgesini gösterdiğindeyse ailece garip anlar yaşarlar.
Harry bir gün, “Hayatının bu kısmı, queer kısmı dışındaki her şey hakkında yazdın” der. (Maggie Nelson’ın genç bir öğrenciyken öldürülen halasının hikâyesini anlattığı Jane: A Murder, yine aynı hikâyenin yargı sürecinden yola çıkarak yazdığı The Red Parts: Autobiography of a Trial ve mavi renge tutkusunu anlattığı, Türkçede de yayımlanan Mavibent isimli araştırma/anı kitapları bulunuyor.) Harry’ye “Bir dur, henüz yazmadım” cevabını veren Maggie Nelson, tanışmalarından, aynı evde yaşamaya başlamaları, evlilikleri, kendisinin hamileliğine eşzamanlı Dodge’un mastektomi operasyonu ve anne olmaya giden süreci bulunması zor bir açıklık ve derinlikle anlatıyor. Wittgenstein, Butler, Sedgwick, Sontag, A. L. Steiner gibi birçok yazar ve sanatçının aşk, toplumsal cinsiyet, kimlik politikaları, erotizm, sadomitik annelik gibi birçok kavramı irdelediği alıntıları da kitap boyunca Nelson’ın sözlerine eşlik ediyor.
Maggie Nelson, hazırlarken bize de karşılıklı uzun bir düşünme ve tartışma alanı açan sorularımızı yanıtladı.
Argonautlar’ı, her şeyi kategorileştirmeye karşı bir eleştiri olarak görebileceğimiz gibi, bu kitap kimlik politikalarının özcü olma hatasına (ya da paradoksuna) düşebilmeye yatkınlığının irdelenmesi olarak da okunabilir. Doğrudan ya da dolaylı olarak dahi olsa, kendi kimlikleriniz üzerinden bu özcülüğü konu almak nasıl bir deneyimdi? Bu kitabı kafanızda kurgulamaya başladığınız zaman ile ortaya çıkan sonuç arasında bir fark var mıydı?
Aslına bakarsanız, demografik olarak bariz olan sıfatlarım -Amerikalı beyaz 40’larında biri olmak- dışında pek bir kimliğim yok. Sanırım temel olarak kendimi, düşünen ve yazan, kendisine hayatı dar eden problemleri yazarak çözmeye çalışan biri olarak tanımlayabilirim. Yani Argonautlar’ı yazarken hissettiğim şey buydu. Her zaman da böyle hissederim.
Kitapta kelimelerin ne kadar “yetersiz” ya da “indirgemeci” olabileceğine, bir fikir ya da bir duygu kelimelere dönüştürüldüğünde anlamını nasıl yitirebileceğine dair eleştiride bulunuyorsunuz. Dil ile olan ilişkinizden söz eder misiniz biraz? Bir uçta dilin bir bariyer olduğu diğer uçta ise zihinsel bariyerlerin üstesinden gelmek için araç olduğu bir spektrumda, sizin için dil nerede duruyor?
Sanırım kelimeler ile daha az düşünmeyi öğreniyorum (ya da öğrenmeye çalışıyorum) ki bu düşünme sürecimi rahatlatıyor. Dilin herkes için aynı şekilde işlediğini düşünmüyorum; dilin uzağında olan kişiler için hisleri, arzuları, şikâyetleri yahut temennileri kelimelere dökmeyi öğrenmek, onlara büyük bir devrim/başarı gibi gelebilir. Aksine, benim gibi iyiden iyiye kelimelerde yaşayan insanlar için en büyük başarı dilin sınırlarını tekrar tekrar kabullenebilmek olabilir. Baskıya verilip yayımlanacak kitaplarda hikâyeler anlatmak ya da dil aracılığıyla berrak düşünsel bir analiz yapmak başlı başına bir alan. Deyim yerindeyse, dokuz-beş bir iş bu.
Kitapta ve bir başka söyleşinizde de “Yazdıklarım çoğu zaman bana kötü bir fikirmiş gibi geliyor” diyorsunuz. Bununla tam olarak kastettiğiniz nedir? Eğer aklınızdakileri kâğıda dökmek kötü bir fikirmiş gibi hissettiriyorsa, yazmaya devam etmenizi sağlayan şey ne? Ayrıca kariyerinize yazar olarak devam etmeden önce dansçı olduğunuzu biliyoruz, kötü bir fikirmiş gibi gelirken de ya da yazmanın sınırlayıcı bir şey olduğunu düşünürken yazmak neden dans etmekten daha iyi bir seçenek gibi geldi, -gerçekten öyle olduğunu düşünüyorsanız tabii.
Yani orada demek istediğim, yazarken ya da yaratırken kafamızı karıştıran veya bizi korkutan şeylere doğru çekiliyor olmamızdı ister istemez. İnsanlar genelde zamanlarını her şeyin ne kadar muhteşem olduğu üzerine kafa yorarak geçirmiyor. Bu yüzden de bizi korkutan ya da kafamızı karıştıran şeylere yaklaştıkça, bu kötü bir fikirmiş gibi hissettirmeye başlıyor. Sanki bir kâbus görürken canavardan kaçmak yerine ona doğru koşmak gibi. Ama her ne kadar ödümüz de patlasa, bu canavara doğru çekiliyoruz ve kaçmak yerine sonuna kadar onu kovalamaya devam ediyoruz.
Dans etmeye gelince, dansı çok severdim ama dansı yazmak için bıraktığım doğru değil. Aksine her zaman, çocukken bile hayatımda yazı vardı. Dansa daha sonradan, 17 yaş civarında başladım. O süreçte olan ise şuydu, mezun olduktan sonra bir süre çalışmalarıma odaklanmak için dansa ara verdim ve ne yazık ki, dans becerisi dilbilimsel beceriye göre çok daha hızla kaybolan bir şey olduğundan bildiklerimin çoğu yitip gitmişti; bu yüzden de dansa geri dönmem mümkün olmadı.
Dünyadaki birçok queer, hele de açık kimlikli olmakla sorun yaşamıyorsa, bilgiye erişme ve onu yayma, deneyimlerini paylaşma imkânı varsa, bir anda kendini kimlik politikası yapar bir hâlde bulabiliyor. Başka bir evrende Argonautlar’ı salt erotik bir aşk hikâyesi, yeni bir aile kurma, hamilelik ve annelik hikâyesi olarak da okuyabilirdik fakat sizin ve sevdiğiniz insanın kimlikleri bir anda bu anlatıyı politik bir zemine çekiyor. Dünyadaki pek çok queer için sahip olunan kimliğin -tüm akışkanlığıyla birlikte- toplum, devletler ve hatta artistik yaratım nezdinde politik bir başkaldırıya dönüşme zorunluluğu hakkında ne söylersiniz?
Herhangi bir şeye ve her şeye politik bir mercekten bakılabilir, o yüzden Argonautlar politik bir kitap değil demem mümkün değil. Fakat sanırım bu kitabı politik bir argümanı kanıtlamak ya da herhangi bir politik bir mesaj iletmek için yazmadım. Genelde kendim için yazıyorum, ve yazdıklarım hangi kategoriye düşüyorsa düşüyor, bunu kontrol etmeye çalışmıyorum. Ama haklısınız, queer olmanın kabul edilmediği ve zulüm gördüğü yerlerde, queer kimliğin ifadesi politik bir başkaldırı olacaktır.
Ben Argonautlar’ı yazarken ABD’de farklı bir politik ortam vardı, örneğin burada evlilik eşitliğinin yasallaştırılması, trans bireylerin görünürlüklerinin artışı vb. ile queer varoluşlar politik olarak daha progresif hâle geliyordu. (Şu anki başkanımız bunun tersini başarmak için elinden geleni yapıyor tabii ki). Fakat Obama yıllarında birçok queer, bazen “homonormatif olarak adlandırılan şeyleri” benimseyerek bir şeyleri kaybediyor olacağımızın alarmını vermeye başlamıştı - bilirsiniz, bütün bu, “biz de sizin gibiyiz, biz de evlenmek, çocuk sahibi olmak ve orduya hizmet etmek istiyoruz" gibi söylemler… Elbette, burada da gerçek sorunlar var, fakat bunlar tabii ki queer varoluşların hâlâ kuşatma altında olduğu yerlerden ya da zamanlardan farklı yine de.
Kitap aynı zamanda sizin “kalbinizin çok cinsiyetli anneleri” olarak tanımladığınız Eileen Myles, Eve Sedgwick, Wayne Koestenbaum gibi yazarlara, sanatçılara göndermeler ve onlardan alıntılarla da ilerliyor. Bu çok cinsiyetli annelerinizin kendi anne olma korkularınız üzerinde nasıl etkisi oldu? Biraz bu isimlerden, hem Argonautlar’ı yazma sürecinizde hem de genel olarak hayatınızdaki etkilerinden söz eder misiniz?
Sanırım bütün isimleri kitapta verdim! Bir bireyin, yani bir annenin, tek başına bizi kurtaracağı ya da hayal kırıklığına uğratacağı gibi tuzak bir düşünceden kaçmanın yollarından biri, ihtiyaçlarınızı başkalarına dağıtmaktır. Bu, kendi büyüdüğüm evden ayrıldıktan hemen sonra öğrendiğim bir şey oldu. Tek bir anneyi sınırlılıkları yüzünden cezalandırmamalı, kendimize başka anneler bulmalı ve hatta kendi düşüncelerimize annelik yapabilmeliyiz. Ataerkil inşaları tekrar yaratmadan beni zenginleştirebilecek/besleyebilecek insanlar aradım; o kulübe girmeye hiç niyetim yoktu çünkü. İtalyan feministlerin affidamento dediği, istediğim noktaya yaklaşmama destek olacak alternatif bir destek ağı istiyordum. Eileen ve diğerleri üzerinden bunu bulabildiğim için şanslıyım.
Kitapta partneriniz Harry Dodge’un, butch ve femme karakterler hakkında, bir makaleden gösterdiği “Femme olmak utanç atfedilmiş bir şeye onur kazandırmaktır” şeklinde bir alıntı var. Kendi feminenliğinize karşı ne gibi bir bağ hissediyorsunuz? Kadınsı olarak algılanmanın bir utandırılma sebebi olması konusunda neler söylersiniz?
Feminenliğim üzerine pek düşünmüyorum açıkçası. Kendimi herhangi bir toplumsal cinsiyet kimliğine ait görmemeyi tercih ediyorum. Bu konuyla ilgili tek söyleyebileceğim fırfırlı bluzları seviyor olduğum.
Kimliğinden dolayı sadece iktidarlar tarafından değil, kimi zaman kendi çevrenden/topluluğundan insanlar tarafından da “yeterince” bir şey olmadığın için eleştirilebilirken, kendin olmayı başarmak ne anlama geliyor? Kimseden özür dilemek zorunda hissetmeden kendin kalabilmeyi başarmak nasıl bir çabayı gerektiriyor?
Şu noktada queer nedir, ne değildir gibi bir tanım yapmaya hiç niyetim yok. Bu tür şeylerden hep kaçınmışımdır. Kendimi de nevi şahsına münhasır birtakım sanatçı ve düşünürlerden oluşan, arkadaşlarım dediğim bir grup insan dışında hiçbir topluluğa ait hissetmiyorum. Diğer bir yandan, gerçek benlik üzerine de çok kafa yorduğumu söyleyemeyeceğim. Kendim ve başkaları için, dünyaya yapmak ve söylemek için geldiğimiz şeyleri yapabilmemiz ve söyleyebilmemiz adına alanlar yaratmak üzerine düşünüyorum. Bana kalırsa, ben ancak düşünüşünde, söyleyişinde, yapıp edişinde, sevişinde ortaya çıkar. Benlik, bunlardan önce olan bir şey değildir. Ben, zamanla oluşur.
Kitabın İngilizcede yayımlanmasının üzerinden üç yıl geçti. Biz Türkçede henüz bu yılın başlarında okuma fırsatı bulduk. Bu üç yıllık süreçte anne olma, queer bir aile kurma deneyiminiz nasıl gidiyor?
Argonautlar özünde hamile olmak ve bir bebeğe annelik yapmak üzerine daha çok. Şu an biri ortaokul, diğeri ikinci sınıfta iki çocukla yaşıyorum, artık bebek değiller. Yani âdeta bambaşka bir dünyadayım, ve devamlı da kendimi yeni bir dünyada bulmaya devam edeceğim. Son birkaç yıl gerçekten inanılmazdı, mesela kimsenin bu kitabı bu kadar umursayacağını düşünmemiştim. Ve örneğin Türkiye’de bir okur kitlesi bulacağım aklımın ucundan bile geçmemişti! Bu deneyimlerin hepsi aşırı yorucu, heyecan verici, ve tatmin edici oldu. Bu anlamda, size de, bana ve kitabıma ayırdığınız zaman için çok teşekkür ederim. Her şey gönlünüzce olsun!