Salih Korkut Peker’in albümünün çıktığını duyar duymaz başladım döndürmeye. İlk atışta dört kere dinlemiş olabilirim... Hayatıma bir tane daha güzide bir albüm eklenmesinin mutluluğunu hem sahibiyle paylaşmak hem de hikâyesini duymak üzere kendisiyle temasa geçtim. Söz sözü açtı, Denize Dik’ten beriye ve ötelere kadar gittik.
24 Ekim 2020 19:21
Salih Korkut Peker’i ilk olarak Çalgiya İzmir üçlüsüyle duyup sevmiş Duble Salih ikilisiyle de müzik dağarcığıma nakşetmiştim. Sonra meğer bir de Yasak Helva da varmış ki dahası da var – bence gerisi de gelir. O bir “multi telli çalgı çalar” fakat bire bir en çok muhabbet ettiği ve muhabbet ederken elinden düşürmediği gözdesi, “bilge berduş”u cümbüş. Denize Dik onun ilk tek kişilik albümü daha doğrusu prodüksiyonu; pandemi günlerinde sandıktakileri çıkarmaya ve halihazırda kafasındakileri bir bağlamda bir araya getirmeye ve işlemeye karar vermiş. Dinlemeyi bitirdiğimde “Daha fazla anlatsa vallahi dinlerdim,” dedim ama sonra anlatıcının tasarrufuna ve tahayyülüne teslim oldum. Ve sonra itiraf ediyorum, çok sevdiğim Denize Dik’i Salih Korkut Peker’in müzikal hikâyesine dair daha fazla bilgi almak için bir köprü olarak kullandım. Zaten siz de okuduğunuzda fark edeceksiniz. Hazır elim-kulağım değmişken müzik külliyatımıza bir müzisyen portresi daha eklensin istedim, çok mu...
Bu tekinsiz ve tuhaf günlerde nasılsınız, hayatınız nasıl akıyor?
Bu tekinsiz günlerde belirsizlik tarafından kuşatılmış vaziyetteyiz gerçekten. Her şeyden önce şu anda, bir müzisyenin kendini en iyi, rahat, özgür ve sık olarak ifade edebildiği mecra yani konser alanları kapalı. Benim için bu sürecin tek faydası, gereken zamanın oluşmasıyla albümü bitirebilmem oldu. Tamamlanmayı bekleyen şarkılar ve bir de bunların sağlıklı kayıt edilme süreçleri vardı. O esnada LU Records devreye girdi, birlikte çalışmaya başladık. Her şey bir araya geldiği zaman da “Şimdi değilse ne zaman?!” dedik. Miskinlik, üşengeçlik bunlar hayatımda çok önemli ve fazla yere sahip iki önemli mevzu. Mesela albümde de yer alan Dünün Halayı benim bir nevi manifestom [*bkz. hemen aşağıda sözlerinden bir kuple]. Bir yandan çalışkanlık da söz konusu. Ama çalışkanlığımı en çok besleyen şey de üşengeçlik. Birbirleriyle terazinin iki kefesinde oynuyorlar ve benden ne çıkıyorsa öyle çıkıyor.
Dünün Halayı
Bugün olmaz, yarın olur
Yarın olmaz, öbür gün
Zorlamaya ne gerek
Gelecekte hepsi dün
Güneş doğar, bir batarız
Gün dediğin akşam başlar
Acelesi yok hiçbir şeyin
Daha yapmayacak çok şey var...
Hayatınızın müzikle aktığını biliyorum ve her şey yolunda diye umuyorum. Öyle mi?
Şükür, yolunda diyebilirim. En azından günü kurtarabiliyoruz. Aslına bakarsanız benim ana geçim kaynağım kayıt ve stüdyo müzisyenliği. Dizilere veya filmlere yapılan müziklere çalıyorum. Duble Salih, Yasak Helva, tek kişilik performansım Kırşehir-Seattle-İzmir ve bu albümüm, ana akımın neresinden tutarız da köşeyi döneriz kaygısından uzak projeler. Diğer projelerdeki arkadaşlar da geçimlerini başka yerlerden sağlıyor. Ne yazık ki Türkiye’de böyle acı bir gerçek var: Müzisyenin özgürce müzik yapabilmesi için başka bir geçim kaynağının olması gerekiyor. Oradan geçimini sağlayacak vakti ve imkânı olacak, üstüne bir de istediği müziği yapabilmek için ayrıca vakit yaratacak ki müziğini yapabilsin.
Pandemiye paralel olarak kayıt trafikleri nasıl bu aralar? Stüdyo koşulları nasıl, koronavirüse dair önlemler alınıyor mu?
Pandeminin ilk beş aylık sürecinde seyrek de olsa bir şeyler vardı. Ama bazı sektörlerde hayatın normale dönmüş gibi algılanması yüzünden tüm diziler ve filmler başlayınca kayıt işleri de tekrar yükselmeye başladı. Ne olacaksa herkes için sağlıklı bir şekilde gerçekleşsin de gerisi teferruat. Ben evimden yapıp yolluyorum. Eşim Evrim’le beraber İstanbul’dan kaçıp İzmir’e yerleşirken de –zaten Egeliyiz– kafamızdaki şey evdeki kayıt tertibatını bu şekilde kullanmaktı. 2019’un sonundan beri başka bir stüdyoda kayıt yapmadım. Zaten stüdyo müzisyenliği de bu tür bir evrimleşme sürecinde. Artık müzisyenler kayıtlarını –hatta uluslararası bir trafikte– yapıp yolluyorlar. Yeter ki onlara iyi bir brifing verilebilsin.
Hayatını müzikten kazanabilen ve Türkiye’de sevdiği müziği yapıp manevi de olsa karşılığını görmenin bir “nimet” olduğunun farkında olan müzisyenlerden birisiniz. Bu yoldaki inat, sebat, serüven… ezcümle çabanızı nasıl tarif edersiniz?
Bence beni iyi tanımlayan kelimelerden birisi iştah. İlgi duyup çok sevdiğim bir şeyi son zerresine kadar kurcalamayı çok seviyorum. Hal böyle olduğu zaman, bir de bakıyorsunuz o konuda bayağı derinlere inmişim. Derinlere inmekten kastım da, bir şeyi çok sevmekle ilgili çok derinlere inmek. Reklam sektöründe metin yazarlığına başladığımda çok parlak bir reklam yazarı olmayı istiyordum. Acayip fikirlerim olacaktı, kapitalist düzenden misler gibi maaşlar alacaktım –maaş ama daha fazlası değil– falan filan. Ama bir yandan da iyi bir müzisyen de olacaktım. Mesela tam bu yıllarda benim çocukluğumdan gençliğime kadarki reklam kampanyalarını kimler yapmış, onların kariyerleri nerede başlamış bitmiş, bütün bunların külliyatını araştırırdım. İştahlandığım zaman beni ben bile durduramıyorum. Sonunda bunu müzik alanına taşımak beni çok daha umutlu ve keyifli yaptı. Zaten müzikte inat etmemin sebebi de bu. Reklamcılık mesleğini bırakırken de eşimin bana söylediği şey şuydu “En çok müzikle mutlu oluyorsun ve hayatta en iyi yaptığın şey bu. Bunun peşinden gitmeyeceksin de ne yapacaksın?!” Onun da yüreklendirmesiyle maaş konusunda gemileri yaktım ve dedim ki “Kendimi en iyi ifade ettiğim, en çok konsantre olduğum şey buysa ben de bununla ilgili her sürecin içine dalar çıkar, bir şekilde yolumu bulurum,” ki öyle de oldu. Kötü zamanlarımız da, iyi zamanlarımız da oldu veya şimdiki gibi orta şekerli zamanlar geçirdik. Bir süre sonra kendinizi ve yeteneğinizi kabul ettirirseniz çark dönmeye başlıyor. Bunu bu şekilde gerçekleştirdiğiniz zaman da bir “Oh be, iyi ki!” diyebiliyorsunuz.
Çok kısa süren reklam metni yazarlığı deneyimimde beni o alandan hızla uzaklaştıran şey bir ürünü satmak için gerçekleri uyarlamak, hünerli bir dille olayların bağlamını, zeminini şekillendirmek, kısaca kani olmadığım bir konuda kalem sallamak oldu. Müzik ise sizin de dediğiniz gibi kişinin kendini özgürce ifade edebileceği bir alan; bu iki alanın arasındaki zıtlık, bir tarafı tamamıyla terk edip diğer tarafı, müziği seçmenizde rol oynamış olabilir mi?
Ayrılırken “Kendi müziğimin metnini yazarım daha iyi,” dedim. Zaten reklamcılıkta başarısız da oldum. Çünkü aklım hep müzikteydi. Bir türlü o başlarda hayal ettiğim reklamları yazamadım, o fikirleri de bulamadım. Bulmak da istemedim bu arada, tembellik yaptım ama müzik dinleyerek tembellik yaptım ve bu başarısızlığımı da sahiplendim. Bir ara devamlı konut projesi yapılıyordu ve benim “niye bir sürü arazinin üzerine beton dökülerek yapılan, içlerinde ne zaman insanların oturacağı belli olmayan konutlarla ilgili devamlı yaratıcı bir şeyler düşünmek zorundayım ki,” demeye başladığım günlerde başladı olay. Her konut projesine huzur, keyif kelimelerini dayayıp duruyordum. Aynı şeyleri tekrarladığım için de beğenilmiyordu tabii. İş arkadaşlarım “Yahu sen şu muhabbet ortamında müzikten bahsederkenki akıcılığını meslekte kullansan en baba ajanslarda çalışırsın,” derlerdi. Ben de sonunda gidiyorum dedim.
Metin yazarlığı pratiğinizden de faydalanarak müzikal biçiminizi, üslubunuzu tarif etmenizi rica etsem…
İki kelime geldi aklıma: Nükte ve Harman. Bunlar çocukluğumdan beri yeme içmeden tutun da ilgilendiğim spor dallarına, okuduğum kitaplara kadar her şeyde sürüklenmemi sağlayan şeylerin sahip olduğu özellikler. İşin içinde nükte veya harman varsa ben oraya doğru gidiyorum. Mesela uzun süre en sevdiğim tost karışık tosttu ya da karışık pizza, karışık meyveli dondurma gibi. Nükte konusunda da, çocukken okuduğum hikâye yazarlarından Muzaffer İzgü benim için çok önemli bir isimdir. Yine çocukken, Aziz Nesin ve Uğur Mumcu’yu büyük bir hevesle okumaya başlamıştım fakat Türkiye’nin siyasi tarihine dair o zamanki bilgim onları anlayıp idrak etmeme yetmemişti. Yıllar sonra yazılarındaki kara mizahı keşfettikçe –kara mizah da çok sevdiğim ve beslendiğim bir kanal– ayrıca etkilenmiştim. Bir de Neyzen Tevfik, Sakallı Celâl ve bu minvalde yaşamış insanların hayata karşı duruşu... Bunu biraz bilgili berduşluğa benzetiyorum ben; berduşluk var ama bir yandan içinde büyük bir özen ve lezzet de var. Bu, kendini öylece koyvermek demek değil. Bu iki ismin kanaatkârlıklarına, gösterişsizliklerine eşlik olarak bir bilgelikleri ve de sanat maharetleri var. Bütün bunlar aynı şekilde gençliğimi avcunun içine alan, şu an da hayatımın merkezine oturmuş olan grunge’da da var. Ben de hep bunları bir araya getirmeye çalıştım. Çok iştahlı olduğum için de müziğimi hep çok değişik sazlarla yapabilmeyi denemek istedim.
2013’teki bir söyleşinizde “Bulamaç gibi bir müzik zevkim var,” demişsiniz. Başka, yeni bir söyleşinizde de bu albümde Serkan Keskin’in Something In The Way’deki yorumuyla nağme ve grunge dengesini çok iyi tutturduğunu söylüyorsunuz; buraların ve oraların müziğini potanızda eritme biçiminizi nasıl tarif edersiniz?
Nirvana’nın Nevermind’ından önce In Utero albümünü dinlemiştim. Soundgarden’ın Down on the Upside albümü benim için her şeyi baş aşağı çeviren bir albüm. Bu albümleri ilk dinlediğimde hakikaten beynimden vurulmuşa döndüm. Aynı hissi bunları dinlemezden üç yıl evvel Yeni Türkü’nün Aşk Yeniden albümünü dinledikten sonra da yaşamıştım. İki farklı kutup var ve ikisinin de bendeki hissi ortak: Beynimden vurulmuşa dönmek. Daha sonra bu ikisi nasıl bir araya gelir diyerek denemelere başladım. Bunu bazen geyik olsun diye de yaptım –o da ayrı bir keyif– ama gerçekten hep çok severek yaptım. Bence bunu yaparken tek şart iki tarafı da gerçekten sevip o iki taraf için de gerçekten mesai harcamış olmak. Mesela bazen sentez denemeleri duyuyorum, yapan kişi alaturkayla uğraşıyor ve hatta o alanda çok da usta ve yetenekli. “Hadi bunun içinde biraz rock, biraz blues katayım,” diyor ama bu ikisini de sadece şöyle bir dinleyip sevmiş. Bir grubun tarihçesini bilecek kadar içine girmemiş. O tavırlarla aylarca, yıllarca haşır neşir olup o grupların konserlerini izlemek için yanıp tutuşmamış. İşte o zaman bu Adana kebabın üzerine çedar peynir serpmeye benziyor. Kimine göre lezzetli olabilir ama o füzyon mutfak olmaz. Bence çok sevmek, sahiplenecek kadar çok benimsemek ve çok zaman harcamak şart.
Hikâye anlatıcılığınızı nasıl tarif edersiniz? Ve sözler ve tınılar heybenizde nasıl birikiyor?
Bazen aniden bir şey gelişiyor, bünyen bunun üzerine seni birkaç satır bir şey yazmaya teşvik ediyor. Sonra onlar öyle kalıyor. Bu sefer başka bir zaman bir şarkı oluşturma dürtüsü geliyor ve bıraktığın o iki satırın başına oturuyor ve bir şekilde bitiriyorsun. Bazen de, bir konuda öyle bir doluyorsun ki baştan sona her şeyi yazıp bir kenarda bırakıyorsun ve yıllarca bekliyor. İki örnek vereyim: Yasak Helva’nın Ayı Boğuluyor şarkısının sözlerini yedi sene önce kadar bir çırpıda yazmıştım ama bir kenarda durdu. Ne zaman ki onu müziğe büründürmek için yoğun bir enerji duydum o zaman yerinden tekrar çıktı. Dünün Halayı’nın da birkaç mısrasını geçen seneden önce bir yere karalamışım. Bu pandemi döneminde –zaten pandeminin de getirmiş olduğu bir ruh hali var– bir şeyleri tekrar diriltmeye çalıştığım bir vakit önüme koyduğumda nükteli bir şekle sokasım geldi ve öyle yaptım. Bazıları şarkılarını metodik bir şekilde yazar, bende hat ve duygu nasıl gelirse öyle ilerliyor. Olmadı mı da bırakıyorum. Bir standardım yok. Ama yol hep miskinliğe, üşengeçliğe ve dağınıklığa çıkıyor.
Ses Kaydı’nda cümbüşün mazisini ve de tarifini çok güzel çizmişsiniz; bu enstrümanın kısa bir tarihe sahip olduğundan ve bir kariyer çalgısı olmamasından dem vurmuşsunuz ve “dimağının havada olması onu özgür kılıyor,” demişsiniz. Bunlara istinaden, acaba müzikal ifade biçiminizi karşılamasının dışında cümbüşle tavır, duruş olarak da bir ahbaplığınız var mı? Cümbüşün “özgürlüğü” yeni bir ses bahçesi yaratırken sizi de bağımsızlaştırıyor olabilir mi?
Kesinlikle öyle. Cümbüşü inceleyip tarihini şöyle bir gözümün önüne getirdikçe niye bu çalgıyı inatla kendime yoldaş seçtiğimi daha iyi anlıyorum; öncelikle bu çalgı gerçek bir harman, ayrıca bir nüktedanlığı da var. Gelenekselleşmiş akorduyla her şeyi, her tınıyı onda istediğim gibi yakalayabiliyorum. Onu çalabildikçe ve çaldıkça her şeye muktedir bir çalgı olduğunu görüyorum. Uda benzeyen bir formu var ve ondan daha gür bir sese sahip. Bu yüzden bir süre sonra sesi çok baskın kalıyor ve tiz geliyor diye alaturka âlemlerinden dışlanmış ve kullanılmamaya başlanmış. Bu enstrümanın görünüşünün o camiada sakil bulunduğu için de dışlandığı konusunda yemin edebilirim ama kanıtlayamam tabii... Bu durum da yine benim çok sevdiğim bilgili berduşluğa çıkıyor. Bunu geçenlerde anlatmıştım, bir davet düşünün, herkes üzerlerine smokinleri, tuvaletleri çekmiş sohbet ediyor. Sonra içeri yamalı ceketiyle, pantolonunu iple bağlamış, saçları yağlı bir tip giriyor. Fakat öyle bir muhabbet koyuyor ki kimse onu oradan kovmak istemiyor. O gece herkesi kendine çekiyor fakat o davet bittikten sonra kimse onu tekrar yanında görmek istemiyor. Bir kariyer çalgısı da değil: “Cümbüşçü bilmem kimin Cemal Reşit Rey’deki resitalini dinleyebilirsiniz,” diye bir şey duyamazsınız… Cümbüşle yapılmış eserler vardır ama bir repertuar söz konusu değildir, bu yüzden de teknik olarak bir cümbüş virtüözü olamazsınız. Zaten virtüöz kelimesi cümbüşe hiç yakışmıyor. İnsana “yahu şurada ne güzel muhabbet ediyoruz niye şimdi virtüöz deyip de benim üzerime anlam yüklüyorsun” der. Bu çalgı Kurt Cobain’in yaşamak istediği hayatla da paralel aslında; bir sürü şeyden bilerek vazgeçip o köprünün altında [bkz. şarkının sözleri] kanaatkârlıkta, gösterişsizlikte yaşayan ve şaşaanın tarihte iz bırakmak için illaki gerekli olmadığını gösteren sayısız tarihi karakter var. İşte cümbüş de bence onun enstrüman şubesi. Cümbüşü alıp çalmaya ve müziğimin içine koymaya karar verdikten bu yana bir on altı yıl geçti. Fakat cümbüşün beni beynimden vurulmuşa döndürdüğü zaman yine bir 93 senesine kadar gidiyor.
İllüstrasyon: Selin Çınar
Şu anda hayatınızda ve bu albümde başroldeki enstrüman cümbüş. Fakat bu yarın böyle olmayabilir, yani Salih Korkut Peker eşittir cümbüş değildir desem ne dersiniz?
Eşittir ben cümbüşüm diyebilirim çünkü iş sadece bir çalgıya devamlı yer vermenizle değil, o çalgının ruhundan ne kadar beslendiğinizle alakalı. Yarın öbür gün hiç cümbüş kullanmadan bir albüm yaptığımda da öyle denebilir. Myspace’e, cümbüşle takılmaya başladığım ilk günlerden kayıtlar koymuştum. Cümbüşle fusion musion, caz maz hepsini çalabileyim derdindeydim, ki o zamanlar hayalim iyi bir gitarist olmaktı. O birkaç kayıttan arkadaşlar beni “cümbüşçü Korkut” diye biliyorlar. Sonra durup düşündüm aklıma ne zaman bir şeyi farklı, daha değişik bir lezzette, monotonluktan uzak bir şekilde ifade etmek gelse hep cümbüşe başvurmuşum. Hal böyle olunca da en iyi muhabbet edebildiğin enstrüman devamlı yanında oluyor. Sonra devreye Ömür Kılıçarslan’ın yadigârı çağlama girdi. Çağlamada da aynı hisler, hatta aynı kaygısızlık var. Ömür Kılıçaslan’ın youtube’ta çağlamayı anlattığı bir videosu var. Her şeyi o kadar güzel, naif anlatırdı ki rahmetli... Bir de divane adlı bir çalgı var. O da bu kaygılarla on beş yıl kadar önce icat edilmiş bir çalgı. Salih Abi [Nazım Peker] Duble Salih’te ağırlıklı olarak divaneyi kullanıyor. Ben de kayıtlarda kullanıyorum. Dünün Halayı’nda sağ tarafta çağlama sol tarafta divane çalarak ikisini beraber yürüttüm.
Bandcamp’teki tarifinize baktığımda cümbüşle ilişkilenmenizin, müzikal evriminizi detaylı bir şekilde anlatmanızın sebebini merak ettim. Bunun uluslararası dinleyicilere yönelik bir kaygı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yurtdışında Anadolu ve Ortadoğu müziği çok fazla sevilmeye ve çok fazla heyecan uyandırmaya başladı. Hep öyleydi de son beş yıla ait muazzam bir ivme var. Dolayısıyla orada, ecnebilerin bu müziği dinlerken ve bu müzikten zevk alırken bazı anahtar kelimelerden –biraz da kodlama açısından– haberdar olması gerektiği kaygısı var. Çünkü artık onların Anatolian deyince akıllarına ne geleceği malum: Anatolian saykodelik ve saz. Şu benim cahilliğim mi bilmiyorum ama saykodelik kelimesinin bu manada yapılan harman müziklerin çoğunu karşılamadığını düşünüyorum. Bence saykodeliklik bol miktarda dağınıklığı çağrıştırıyor. Saykodelik müzikler aslen zaman kaygısı olmayan müzikler. Mesela Pink Floyd’un ilk zamanları. Ama türüne Anadolu saykodelik denilen bir parçaya bir bakıyoruz, aslında olup olacağı bir türkü funk formunda çalınmış. O zaman Anatolian funk de bari... LU Records’la birlikte benim müziğimi dinlerken saykodelik kelimesini birkaç basamak sonra düşünsünler istedik. Besin kaynaklarımda o da var ama sadece orası değil. Öte yandan, grunge… enteresan bir şekilde son iki senedir grunge yapmak ve grunge tavrıyla müzik yapmak da tekrar ivmelenmeye başladı. Bizim nesil “yetti gari!” deyip kendini ifade edecek zamanı ancak yakalayabildi gibi geliyor bana. En azından ben öyle hissediyorum.
Denize Dik bir pandemi albümü değil fakat pandemide toparlanmış bir albüm. Müzikal prodüktörü sizsiniz değil mi? Misal Ahmet Kenan Bilgiç’in de dokunuşları var gibi gözüküyor. Bu arada müzisyenlerin ve müzikseverlerin kurduğu kimi plak şirketlerinde gördüğümüz halden anlama, müzisyene alan yaratma gibi olumlu yanlarının bu albüme de yaradığını hissediyorum, doğru mu?
Gevende’nin de, Ahmet’in de derdi aynı şekilde tutkulu bir şekilde bağımsız müzikle iştigal etmek olduğu için bu konuda herkes birbirini çok iyi anladı. Bazı konularda Ahmet’in birkaç stratejik müdahalesi oldu, künye açısından ortak dokunuşlarımız var. Ama genel olarak LU Records’un da istediği şey, benim müzikal dilimi kaygısızca açığa çıkarmam yönündeydi. Ve öyle de oldu. Ama eşimin albümdeki parçaların hemen hemen hepsinin sound’unda, düzenlemesinde hatta tüm albümün akışında –benim yazdığım sözler de dahil– bir süpervizör olarak payı var. Evrim de müzikle çok yoğun bir şekilde içli dışlı. Evimizde bir ekip gibi her şeyi paylaşırken müzik yapmayı da paylaşıyoruz. Kaldı ki Mini Dada adında bir müzik grubumuz var. O yüzden bu albüme “bizim ev yapımı” diyorum ben.
Sanırım çoğu şey sizin evde kaydedildi, yine de albümün mutfak hikâyelerinden bize aktaracağınız anlar vardır belki. Bir de Ali Deniz Kardelen, Berkan Tilavel, Atakan Kotiloğlu projeye nasıl dahil olmuşlardı?
Şarkı sırasıyla gideyim. Az Beyran benim ilk bağımsız olarak yayınladığım EP’de de var. O zaman tek bir cümbüşle çalmıştım. Bundan iki yıl evvel Ali Deniz’le İzmir’de ve Manisa’da iki konser verdik. Bizde kaldığında Az Beyran’ı dinletmiştim. Bu arada ben bu parçada cümbüşü finger style’la [parmakla] çalıyorum, ki Ali Deniz de gitarda bir finger style ustası... Dedik ki “Bunu kesin birlikte çalalım,” ve hemen kaydettik. Ta o zamandan beri demlenen bu parçayı bu albümle artık gün ışığına çıkarmaya karar verdim. Sonunda diğer şarkılarla enerji olarak büyük bir kontrast içermediğini düşündük ve albümde yer almalı dedik. Dünün Halayı’nda sadece ben ve geri vokalde Evrim var. Onda da dediğim gibi çağlama, divaneyi birlikte çaldım. Bir de stomp box kullandım. Bunu eski nesil blues’cular çok yapar. Bu geleneksel anlatım biçimini de yansıtmak istedim. Yok Hoş Geldin de keza öyle, tek bir cümbüş ve ayak vurmadan ibaret. Oraya, şarkısının da önce müziğini yapmıştım. Bunu kavrayabilecek bir şey yazmak için çabaladım ama olmadı. Sonra Evrim daha önceden yazdığı birkaç mısranın üzerine tüm sözleri inşa ediverdi. Bu şarkı aslında tam manasıyla elektrik bir bozlak. Cengiz Coşkuner [Kurtuluş], Erdinç Şenyaylar gibi isimlerin elektro gitarı alaturka bir tarzda, hatta bağlama ve tambur tavrıyla çalmasından çok etkilendiğim için bunun üzerine hep çok düşmüştüm. Dolayısıyla melez bir çalgı kullanmadım ve elektro gitarın kendi tonuyla daha kirli bir şekilde nasıl yansıtabilirim derken iş Kayıp Kirve’ye kadar gitti. O da üç yıl öncesinde yaptığım bir taslaktı.
Hazır laf Kayıp Kirve’ye gelmişken, bu parçaya ayrıca bayıldım, dinlerken kafamı sallamaktan kendimi alamıyorum. Hikâyesini de ekleyerek anlatırsanız, mesela adı neden bu, kirveye ne olmuştu?
Kayıp Kirve ismi aslında biraz da benim reklam yazarlığı dürtümün bir mahsulü; gitarıma çok kalın teller takıp sert bir şeyler çalma hevesinde olduğum günlerden birinde –bu arada onu açık akortla çalıyorum– bozlak tavrıyla bir şeyi harmanlarken bir baktım ki ortaya bir tema çıkmaya başladı. Oturdum hemen bir davul yazdım ve bir dakikalık bir taslak hazırladım. Dinledikçe yükseldim. Sonra “Bunun çok bir kel alaka, kabaca ‘bu ne la?!’ dedirtecek bir ismi olmalı,” diye düşündüm. İsmi böyle çıktı. Bu arada bu parçayı çaldığım gitarın modeli Jaguar. O yüzden ilk başta “suya inen jaguar” gibi şeyler de düşünmüştüm. Çünkü bir yandan bir yerellik öbür yandan da bir ecnebi gürültüsü, distortion’u var...
Araya çekinerek bir benzetme ekleyeceğim: Evet bir sürü ecnebi tını, gitar “çırpmasını” duydum ama çok sevdiğim için mi bilmiyorum bolca Nekropsi de duydum, ki buna da çok mutlu oldum.
Kesinlikle! Biz gitar çalmaya başladık, Nekropsi’nin Mi Kubbesi albümü çıktı. O bizim için bir dönüm noktası albümüydü. Nekropsi’nin hikâyesini de bildiğim için –speed metal grubuyken birden bire bu kafalara yelken açmaları ve albümü çok değişik kafalarda kaydetmeleri… benim için çok önemli bir besin kaynağıdır. O enerjiyi siz de duyduysanız sevindim açıkçası. Ne diyordum, bir dakikalık bir taslak yapıp youtube’a koydum. Ondan sonra insanlar arada bir yazarak ya da beni gördüklerinde “Abi Kayıp Kirve’yi ne zaman bitireceksin,” diye sormaya başladılar. Geçen sene Yasak Helva’yla Sziget Festivaline katılmak için Türkiye elemelerine katıldığımızda Atakan Kotiloğlu da grubu The Kites’la katılmıştı. Kuliste karşılaştık –o zamanlar tanışmıyorduk– ve yanıma gelip dedi ki: “Abi Kayıp Kirve’yi ne zaman bitireceksin?”... Sonra bir ara 2020’nin içinde #tbt yaparak tekrar paylaştım. Atakan da bunun üzerine mesaj attı: “Hakikaten artık hevesle bitirmeni bekliyoruz”. LU Records’la albüm sürecimiz başladığında Atakan’a “madem bu kadar soruyorsun, hadi bakalım basları sen çal,” dedim, o da sevinerek kabul etti. Davul için ise aklıma zaten takipte olduğum ve takdir ettiğim Berkan Tilavel [Adamlar, Korhan Futacı ve Kara Orkestra] geldi. Onun da çok şahsına münhasır organik bir çalışı vardır. Teklif edince o da çok sevinerek kabul etti. İkisi de tam istediğim fırlama enerjisine sahip. Atilla evde kaydetti. Davulları da Memet İncili’nin [Dorian] Kadıköy’deki stüdyosu Vibes’da kaydettiler.
Kayıp Kirve yapım aşamasında
Something in the Way’in hikâyesiyle ilgili Bant Mag'deki söyleşinizden epey bilgi alıyoruz. Ayrıca belirtmek istediğiniz bir şey var mı?
Bu tek kişilik Kırşehir-Seattle-İzmir performanslarımda cümbüşle çalıp söyleyerek yorumladığım bir şarkıydı. Grunge’la cümbüşün ruhlarının ne kadar birbirine yakın olduğunu fark ettikten sonra çok iyi olacağını düşünmüştüm. Bu performanslarımda Seattle cephesinden o parçayı çalmadan sahneden inmezdim. Albümde de aynı mantıkla çaldım; cümbüşü döverek ritmi çalıyorum ve onu loop’luyorum. Duyduğunuz hiçbir ses yapay değil, hepsi cümbüşten çıkan sesler. Ahmet’in aklına bu şarkıyı tam ters köşe diyebileceğimiz ama şarkının ruhuyla uyum sağlayabilecek bir isim kim olabilir sorusu takıldı. Derken aklımıza Serkan Keskin geldi.
Performanslarınızda kendiniz söylerken başkasına söyletme fikrini ilk duyduğunuzda ne düşündünüz?
“İşte bu! dedirtecek biri varsa kesinlikle bu fikre varım,” dedim. Yoksa da ben zaten heves ve heyecanla söylüyordum. Bu ismi duyunca kesinlikle buna değeceğini düşündüm. Öncelikle kendisi çok takdir ettiğim bir oyuncu. Oynadığı filmlerdeki nüktesini, duruşunu bu şarkının da cümbüşün de ruhuna çok yakıştırdığım için çok sevindim. Üstüne bir de benim beklediğim oktavın altında, iyice pesten, sarsa sarsa söyleyince hakikaten şoke oldum.
İzninizle dinleyici koltuğundan bir yorumda bulunacağım. Öncelikle Serkan Keskin’le ilgili benzer his ve tespitlere sahibiz. Şarkıyı, sizin solo bir albüm çıkardığınızı duyar duymaz albümü dinlemeye koyulduğumda genel akışta duymuş oldum. Nirvana’yı bu albümde duymak tebessüm ettirdi. Kimin söylediğini bilmezden önce vokal yorumundan çok da etkilenmedim ama kim olduğunu merak ettim. Öğrenince bu da tebessüm ettirdi. Demek istediğim şu; Serkan Keskin’in vokalinin biçiminden ziyade oradaki varlığı beni etkiledi.
Sonuçta genel algıya da hitap etmeyebilir. Bana ise kendisinin bu proje için sürpriz olmasının haricinde söyleyişi de sürpriz ve ters köşe geldi. Şarkının halihazırda depresifliğe varan bir yönü de olduğu için bunu bu kadar alt perdeden söylüyor olması ve onun getirdiği dünyayı umursamama hali benim çok hoşuma gitti. Söyleyişini kendime yakın bulmasaydım o konuda revizyonlarım kesin olurdu. Mesela Something in the Way’in iyice hüznüne hüzün katmak isteyen birisi olursa bence bizim versiyonumuz derde derman olacaktır.
LU Records’un veya sizin cephenizde bu şarkıdan, albümün bilinirliğini arttırmasına dair bir beklenti gelişti mi?
Albümü çıkartırken bu parçanın duruş olarak albümün ve kendi şarkılarımın önüne geçmemeli diye düşündük. Albümün bayrak şarkısı değil tatlı güzel bir sürpriziydi bu, bir nevi son cilası diyelim. Ama haticeye değil neticeye bak: Birçok insan Serkan ve şarkının kendi ünü sebebiyle doğrudan onun üzerinden gelmeye başladılar. Spotify’ı açtığınızda albümün en çok dinlenen parçası bu. O bizim değiştirebileceğimiz ya da engel olabileceğimiz bir şey değil. Bu beni çok rahatsız eden bir şey de değil. Zaten biri onu dinledikten sonra gidiyorsa ne yapabiliriz ki? Benim görmek istediğim ise bunu dinledikten sonra diğer şarkıları da merak edip tüm albümü dinlemesi ve sevmesi, ki bu da oluyor. Şu ana kadar ne mutlu ki benim hikâye anlatış şeklimdeki tutkuyla Something in the Way çok uzak görülmedi. Bir de çok enteresan bir tesadüf var: Batman’ın yeni filminin ilk teaser’ında da Something in the Way var. Buna da sevindim; kendi gittiğim yolla zamanın ruhunda benzeşik şeyler görünce mutlu oluyorum. Tabii bazen kimi tesadüfler de can sıkabiliyor ama neyse ki şu ana kadar bu albümle ilgili beni mutlu eden tesadüfler oldu sadece.
Fotoğraf: Evrim Peker
Müziklerinizi yayınlama biçimleri, mecraları hakkındaki tutumunuzu nasıl tarif edersiniz? Pek tabii burada dijital platformları ve hard copy’leri kast ediyorum ve de aslında sizin gönlünüzde yatan biçimler nedir onu merak ediyorum.
Gönlümde yatan kaset. Müzikle dolu dolu hayaller kurup bugünlere dair tohumlar ektiğim günlerde işin içinde hep kaset vardı. Keşke kaset devri bitmeseydi. Tabii şu anki şartlara göre düşünecek olursak bu albümün ilerleyen zamanlarda bir plakla cilalanmasını çok isterim. Plak beni her zaman heyecanlandırır. Dedemden kalma gramofonumla evde bazen taş plak dinliyoruz. Gümbür gümbür bir ses, sanki o dev orkestra sizin yanınızda çalıyormuş gibi. Taş plakların basım tarihi 1930’lar ama kayıtlar o tarihlerden de önce yapılmış. CD ise hayatımda hemen hemen hiç olmamış bir şey. Discman alacak parayı denkleştirene kadar mp3 player’lar devreye girdi. Böylece kasetten direkt mp3’e geçmiş oldum. Zaten CD’yle ilgili birçok müzik otoritesi, müziğin lezzetini kaset kadar veremediği yönünde hemfikir.
Son sorum ise –en başta biraz bahsettik ama, hem sohbetimizden de gündeme parmak basarak çıkmış oluruz– dinleyicilerinizle buluşamamanın sizde yarattığı sıkıntının maddi manevi boyutlarına dair…
Kendi adıma şu an garip bir haldeyim. Sanki bir daha hiç doğru dürüst konser verilmeyecekmiş gibi hissediyorum. Ama tabii ki biliyorum, bu günler geçecek ve yine güzel konserlerle, etkinliklerle insanların karşısına çıkıp enerjimizi ortaya dökebileceğiz. Fakat bunun bir yıldan önce çok sağlıklı bir şekilde gerçekleşebileceğini zannetmiyorum. Bu arada bu süreçte Duble Salih ve Yasak Helva’yla İstanbul Caz Festivalinde çaldık [6 Eylül 2020 - Sanatçılar Parkı]. Tahmin ettiğimden çok daha rahattım. Uzun zamandır konser vermediğim için sudan çıkmış balığa döner miyim diye düşünmüştüm. Ama öyle olmadı ve çok keyifliydi. Yine de mesela tek kişilik performansımın ilk kitle önü etkisini çok merak ediyorum. O gün de yeter ki kendi müziğimi olumlu bir elektrikle yansıtabileyim, kendi adıma bir motivasyon düşüklüğü ya da travmatik bir durum olmasın.
•
Künye:
Denize Dik
Salih Korkut Peker
LU Records, Eylül 2020
Az Beyran (müzik – Salih Korkut Peker, düzenleme – Salih Korkut Peker, Ali Deniz Kardelen), Dünün Halayı (söz, müzik, düzenleme – Salih Korkut Peker), Yok Hoş Geldin (Söz, müzik, düzenleme – Salih Korkut Peker), Oraya (söz – Evrim Peker, müzik – Salih Korkut Peker, düzenleme – Salih Korkut Peker, Evrim Peker), Kayıp Kirve (müzik, düzenleme – Salih Korkut Peker), Something In The Way(Söz, müzik – Kurt Donald Cobain, düzenleme – Salih Korkut Peker, Ahmet Kenan Bilgiç, Kerem Brumend)
Vokaller, cümbüş, çağlama, divane, gitarlar, ayak vurma, sequencer – Salih Korkut Peker, Akustik gitar (Az Beyran) – Ali Deniz Kardelen, Davul (Kayıp Kirve) – Berkan Tilavel, Bas (Kayıp Kirve) – Atakan Kotiloğlu, Geri vokal (Dünün Halayı, Something In The Way ) – Evrim Peker, Vokal (Something In The Way) – Serkan Keskin
Yapım – Lu Records, Kayıtlar – Salih Korkut Peker, Atakan Kotiloğlu, Ahmet Kenan Bilgiç (Home studio), Memet İncili (Vibes İstanbul), Mix – Mehmet Uğur Memiş, Salih Korkut Peker (Az Beyran), Kerem Brumend (Something In The Way), Mastering – Selim Sayarı, Salih Korkut Peker (Az Beyran), Chris Sansom (Propeller Mastering), Kapak foto – Evrim Peker, Görsel tasarım – Hopistanbul
KAPAK RESMİ:
Salih Korkut Peker, fotoğraf: Uçman Balaban